Ercan Güven

Ercan Güven

eguven@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Önceki gün Namık Sevik’in anma günüydü. Tayfun Bayındır ve birkaç kişi kabrindeydik. Normaldi… Geçen 35 yıl dostlarının büyük kısmını -Didi de dahil- kucaklayıp yanına koymuş, kalanları Çakaldağı’na tırmanamayacak kadar kocatmıştı çünkü. Zaten önemli olan mermer kabir değil, mermerden yüz kat, bin kat uzun ömürlü, gelecek nesillerdeki erdem sanatçılarının kötülüğü yontup atarak içinden insanlık anıtı çıkaracakları iyi, güzel huylarıydı. Namık dayımın mirası bunlardı...

Dijital çağın daha bilim kurgu kategorisinden terfi edemediği, Dünya’nın radyo olmasa “sağır” gazeteler olmasa “kör” sayılacağı televizyonsuz/akıllı telefonsuz yıllarda, Milliyet Spor Servisi henüz iki masa bir manyetolu telefondan ibaretken ve müdürü Namık Sevik, Brezilya’nın Dünya şampiyonluğu haberini toparlayıp Didi için “takımın beyni” tespitini “meyhane kalıbına” yetiştirmeye çalışırken, nereden bilebilirdi 15 bin kilometre uzaktaki bu futbol fenomeni ile 15 yıl sonra kardeş gibi olacaklarını!
Evet… Valdyr Pereira Didi her futbolseverin ezberindeki Vava/Galinchia/Zagalo/Pele gibi özel adamlarla birlikte yazdığı muhteşem futbolcu kariyeri ardından başına geçtiği Peru Milli Takımı’nı Dünya Kupası’nda çeyrek finale taşıdığında, artık Fenerbahçe’yi hak etmişti ki, görüldüğü gibi Vitor Pereira Fenerbahçe teknik direktörlüğü yapan “ilk Pereira” değildi.
“Yıldız” modasından önce Fenerbahçe’nin omuzuna “transfer şampiyonu” apoletini takan “bonkör” başkanların belki de ilki olan Emin Cankurtaran, Atlas Okyanusu’nu da aşmıştı Didi ile.
Bir süre sonra, kendisi gibi kumaşı iyi, empati sahibi, dürüst, insan seven insanları ayrı bir seven Namık Sevik, Didi’ye sadece saygı duymuyor, Fenerbahçe’yi şampiyon yaptığı için sadece takdir etmiyor, aynı zamanda dostu olarak görüyordu.
Hisler karşılıklıydı…
Didi’nin öğrendiği ilk Türkçe cümleler arasında, Namık dayımı almak için bize uğradığında hemen sade kahvesini yetiştiren anneme “teşekkür ederim Perihan abla” vardı yanılmıyorsam.
Didi aileden biriydi
Aileden biri gibi olmuştu. Bir keresinde bana ikili mücadelede güçlü rakibi oyundan düşürmek için böbreklere dirsekle dokunma tekniğini anlattığını hatırlarım.
Gerçi bizim ailede Namık dayım vasıtasıyla zamanın ne kadar ünlüsü varsa tanımak sıradan bir şeydi. Hatta hiç unutmam; lise birinci sınıfta arkadaşlar Fecri Ebcioğlu’ndan bahsediyorlardı, “dün bizdeydi” dedim, neredeyse adım yalancıya çıkacaktı. O zaman idrak etmiştim herkesin şöhretli insanlarla yolunun kesişemeyeceğini.
Adını anmışken, “Yaşa Fenerbahçe Marşı’nın” yazarı da Fecri ağabeydi ve stüdyoda seslendirenler arasında Nesrin Sipahi, Fecri Ebcioğlu, Osman, Şükrü, Cemil, Emin Cankurtaran, Ziya ve Yılmaz ile birlikte Didi de vardı.
Sevik sayıp severdi Didi’yi; peki Didi?
Valla dayım oturmadan koltuğa oturmadığını hatırlarım Didi’nin. Müthiş karakterlerin müthiş ilişkisi.
Bakın hikaye benden değil; ben lisedeydim ve Milliyet’e ancak misafir olarak gider gelirdim… O sırada Milliyet Spor’un en zorlu rakibi Tercüman Spor’da Fenerbahçe muhabiri olan (eskiden kimse gökten zembille inip spor yazarı olamaz, duayen payesi falan alamazdı; tırnakla kazınarak sahip olunurdu titrlere) Kemal Belgin’in anlatısı:
Fenerbahçe bir maçta hezimete uğramış ve başkan Emin Cankurtaran içinde Kemal Belgin ağabeyimizin de olduğu yönetim kararlarını kapıda bekleyen basın mensuplarına “Didi’yi gönderdik” demiş…
Gazeteciler manşeti devirmek için koşarlarken Emin Bey sosyal tesislere yönelmiş.
Ertesi gün her gazetede “Didi Kovuldu” manşeti, bir tek Milliyet’te “Didi ile devam” haberi.
“Yahu başkanın ağzından kulaklarımızla duyduk” diye çılgına dönen Belgin, öğleden sonra meselenin aslını öğrenmiş.
Emin Cankurtaran “Didi gitti” açıklamasından sonra Fenerbahçe tesislerinde Namık Sevik’e rastlamış ve kararını ona da söylemiş. Rahmetli dayım “yahu Emin, Didi’den iyisini mi bulacaksın şimdi” deyince fikrini değiştirmiş.
Kumaşı iyi olanı severdi
Emin Bey’in Kemal ağabeye açıklaması:
“Biliyorsun Namık ağabeyi ne kadar sevdiğimi, kıramadım”!..
Dost kontenjanından, kayırma, sahip çıkma mı sadece?
Hayır… Didi’nin Fenerbahçe’ye kazandırdığı ikinci şampiyonluk bu olay ardından. Bu yaşanmış öykünün can alıcı noktası, asıl bakılması gereken, o günlerdeki spor medyasının gücü ve ağırlığıdır bence.
“Gücün odağı Namık Sevik” deyip geçmek eksik tanıdır… Söz konusu gücün ve ağırlığın inşa edilmesinde bir numaralı isim Namık Sevik’in önünü açan, onu başarılı kılan, efsane haline getiren, güzel huyudur.
Çünkü o herkese müşfikti, vefalıydı. Herkesi severdi ama kendisi gibi kumaşı iyi, empati sahibi, dürüst, insan seven insanları ayrı bir severdi.
Başta ben, spor gazeteciliğinden ekmek (hatta pasta) yiyenler adına söylüyorum mekanı cennet olsun. Önceki gün anma günüydü, Tayfun Bayındır ve birkaç kişi kabrindeydik. Normaldi… Geçen 35 yıl dostlarının büyük kısmını -Didi de dahil- kucaklayıp yanına koymuş, kalanları Çakaldağı’na tırmanamayacak kadar kocatmıştı çünkü. Zaten önemli olan mermer kabir değil, mermerden yüz kat, bin kat uzun ömürlü, gelecek nesillerdeki erdem sanatçılarının kötülüğü yontup atarak içinden insanlık anıtı çıkaracakları iyi, güzel huylarıydı.
Mirası bunlardı...

Haberin Devamı

Binlerce insanın sevgisini kazanmıştı
Dayım diye söylemiyorum… Onu 28 yıl önce kendimde mesleki yeterlilik ve cesaret bulur bulmaz söyledim.
Alayım, isterseniz okuyun:
“Bunca dost, ağabey ve usta arasında “akrabalık hasebiyle” de olsa Namık Sevik için yazı yazabilmek doğrusu onur kaynağı...
Evet, rahmetli Namık Sevik benim dayımdı...
Güncel manada değil, annemin kardeşiydi...
Yaşam boyu hep onun gibi olmak istedim...
Sadece bir tek şeyde başarılı olabildim; Onu son yıllarda sürekli rahatsız eden “asabi tansiyon”u edindim...
Oysa, insan sevgisinden başlayıp yardımlaşma duygusuyla yükselen ve işine sahip olma prensibi ile birleşip “vazgeçilmez” boyutuna ulaşan, dostluk ve saygı dolu bir yaşam kim bilir ne güzel olurdu...
Dostluk, saygı ve vazgeçilmezlik... Koskoca başarılı bir yaşamı anlatmak için ne kadar kuru ve klişe sözler...
Bizler büyüdükçe kirlenen dünyada, yıllar boyu eve dönüş için son fırsat olarak gördüğü bir arabalı vapurun içinde ve yemyeşil bir arabada son kez boğazı geçerken, Türk bayrağına sarılı sandukaya selam duran polisler ile gözyaşlarını türlü çeşitli yollarla içlerine akıtmaya çalışan dostları, bir de hayatlarında Çakaldağı’na ilk kez gelip onu bir daha göremeyecek olmanın ümitsizliğine katlanan arkadaşları, 7 yıl önce çok iyi anlatmışlardı Namık Sevik’i...
Onu seviyorlardı... Saygı duyuyorlardı ve vazgeçmeye katlanamıyorlardı...
Ağabeyim ve ben, ve o sırada sağ olan annem, dayım yüzünden çiçeğe ve sevgiye boğulmuş cenazelere alışıktık. Ama gerçekten şaşırmıştık...
Protokolün doğaçlama yaratıldığı, iş olsun diye kimsenin bulunmadığı ve sevginin hiçbir karşılık beklemeden kırmızı bir halı gibi yollara serildiği bir ortamda önemli bir şeyi anladık;
Bizim dayımıza, annemizin kardeşine duyduğu sevgiyi binlerce insan paylaşmıştı... Dostları, ağabeylerimiz, dostlarımız bunu bizden daha iyi bilir...
Benim sözüm gençlere...
Belki de Namık Sevik’in vefat ettiği 1986 yılından sonra Babı Ali’ye girmiş gazetecilere;
Onlara geç doğdukları için ukalalık etmek istemem ama, artık bizim yaşadığımız ayrıcalıktan istifade etmeleri olanaksız...
Hiçbir zaman Namık Sevik ile çalışamayacaklar...
Kapıcımız Ali’nin oğlunun ameliyatından, gedikli kanaryamız Osman’ın hastalığına kadar, Babı Ali’nin en üst düzey insanları, politikacılar, işadamları ve Kandıra’daki mısır tarlası sahibi gibi Namık Sevik yardımlarından yararlanamayacaklar...
En önemlisi, her geçen gün kompüterize olup, otomasyona bağlanan spor basını da karşılık beklemeden yardımcı olacak bir ağabey bulamayacaklar.
Bizler şanslıyız...
Onun yönetiminden sonra, onun talebelerinin yanında çalışıyoruz...
Hiçbir şey 7 yıl önceki gibi değil, ama 7, ya da 70 yıl sonra kim bilir neler olacak...
Bugün Çakaldağı’na gelenlerden kimse kalmayacak.
Belki Namık Sevik de unutulacak...
Ama inanın adı konmasa bile “dostluk, sevgi ve vazgeçilmezlik” dünya güneşin etrafında döndüğü sürece kalacak. Namık Sevik benim dayımdı...
Gençliğimde “Namık’ın yeğeni” diye tanıştırılmak bana az koymadı...
Ölümünden 7 yıl sonra hala “açılmaz” denilen kapılar ardına kadar açılıp, “somurtan” yüzler bana onun yeğeni olduğum için gülüyor...
Anlıyorum ki, çağ atlayan Türkiye’de vefa, sevgi ve kadirşinaslık “her şeye rağmen” devam ediyor.
Bunca dost, ağabey ve usta arasında, “bana bu fırsatı veren...” diye bitirmeyeceğim dayım hakkındaki yazıyı... En sevdiği şarkı, “akşamın olduğu yerde bekle diyorsun, gelmiyorsun”du...
Bilmiyorum, bu şarkıyı neden o kadar içten söylüyordu.”