Futbol dünyanın en popüler oyunu... Milyarlarca dolarlık bir endüstri. Doğru hamleler yapıldığında en çok kazandıran ve izlenen spor branşı...
Şimdilerde mola verdiğimiz bu oyunun keyfini Rusya’da devam eden Dünya Kupası’nda çıkarıyoruz. Sürpriz sonuçlar, birbirinden güzel goller, yıldızı sönenler, parlayanlar, tartışmalı pozisyonlar, tekmili birden ekran başına bağlıyor bizi.
Her kıtanın temsilcileri, FIFA’nın seçtiği en iyi hakemler ve kıyasıya bir mücadele söz konusu... En önemlisi binlerce kilometre uzaktan gelip, ulusal takımlarını destekleyen yüz binlerce taraftarın varlığı.
Kıyaslamayın sakın!
Ders veren, öğreten, örnek olan, centilmenliği teşvik eden, dostluğa ve barışa katkı sağlayan kitleler de hâkeza öyle.
Günlerdir Japon ve Senegalli taraftarın, maç sonrası tribünlerde yaptığı temizliği konu ediyor medya. Evet, bize göre alışılmış bir davranış değil. Aksine; öğretilmiş, hayat tarzı haline gelmiş, medeniyet göstergesi, bir kültür, yaşam tarzı ve gelenekten söz ediyoruz aslında.
Türk futbolu ile mukayese etmeye kalkmayın sakın. Parçalanan koltuklar, kırılıp dökülen tuvaletler, rakip kulübe zarar vermek adına tanık olduğumuz her türlü vandallığı görünce, ister istemez bu dünyanın neresinde yaşıyoruz diye sormak geliyor içimizden.
Mesele tribün temizliğinin ötesinde. Sorun, yerdeki üç - beş su şişesinin toplanması, mısır gevreği poşetlerinin alınması değil, biliyor musunuz.
Emeğe saygının bittiği, rekabet adı altında intikam duygusunun filizlendirildiği, spora fitne fesatın karıştırıldığı, kazanmak adına her türlü hile ve düzenbazlığın makbul sayıldığı anlayış getirdi bizi bu günlere...
Medya masum mu?
İğneyi kendimize batıracağız ki, çuvaldız adresini bulsun. İtiraf etmeliyiz, adaletsizlik ve haksızlık üzerine kurgulanmış düzene en çok hizmet eden sektör medyadır.
Üç kuruşluk reyting ve tiraj uğruna, gazetecilik etiğini hiçe sayanlar ve güçten yana saf tutanlardır bu tuzağı hazırlayan.
Bu ülkede spor ve futbol neden gelişmiyor diye sorgulayanlara, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında siyasetçilerin en çok ilgi gösterip, müdahale ettiği mecranın ne olduğuna bakmalarını öneriyorum.
Devlet sporu destekler, teşvik eder. Bunu da işinin ehli kadrolar ile yapar. Özellikle futbol gibi evrensel ve devasa ekonomilere sahip bir sektörde, kontrol mekanizmalarını objektif işletir.
Kendinizi “geleneksel” bir noktada konumlandırır, çağdaş dünyanın gerçeklerinden soyutlarsanız, Japon ve Senegalli taraftarın temizliğine anlam yüklemekte zorlanırsınız. Dahası var mı?
Bugün VARRR, yarın yoksunuz!
Epey bir vakittir Merkez Hakem Kurulu ile ilgili yazmadığım için “yandaş” yakıştırması yapanlar çıktı.
Hatta, Yıldırım Demirören, Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı ve Milliyet gazetesinin patronu olduğu gerekçesiyle, “elin gitmiyor” diyecek kadar 35 yıllık meslek kariyerimizi bilmeyenlerin eleştirilerine muhatap olduk.
Belli ki yaşları genç. Aslında çoğu teknoloji çocuğu. Arşive girseler, bu gazetenin spor sayfalarında kimlerin ne kadar fikir özgürlüğüne sahip olduğunu görürler. Ve bu insanların mesleki anlamda en küçük bir kaygı taşımadığını anlarlar!
Gelelim MHK’ye... Başkanı da dahil, karmaşık duygular içindeler. Geçmişte aynı makamlar parasız, yaptıkları işi seven ve özverili kişilerin uğraşı idi! Hakemliğe gönül vermiş, genç yetenekleri bulup futbola kazandırmak isteyen kadrolar vardı.
Benim Yusuf Namoğlu ve kurulundaki arkadaşlarına sorum şu; “Rahmetli Halim Çorbalı gibi, fahri olarak MHK başkanlığı ve üyeliği yapar mısınız? Şu an aldığınız hatırı sayılır ücretlerden vazgeçer misiniz?
Hesap ne?
Hakemliğe hizmet etmek sevgi ve ideal işidir. Yıllardır nice kurullar geldi geçti. Çoğu öyle izler bıraktı ki, Cüneyt Çakır gibi her yerde takdir edilmiş bir hakem, ikinci kez Dünya Kupası’nı gördü.
Şimdi, MHK’nin içinde yarınlarını garanti altına alabilmek ve vazgeçilmez olduğunu gösterebilmek adına, Rusya’da kullanılan Video Yardımcı Hakemliği’ne onay verilmesi için dua eden, VAR üzerinden ikbal beklentisi içinde olanlar var!
VAR’ın sadece futbolda adalet sağlayacağını iddia edenlere değil, o teknolojiyi kimin ithal edip rant sağlayacağına da bakacaksanız; FIFA’da önemli görevlerde bulunan şahısların ilişkileri ve ülkelerini de ihmal etmeyelim derim!
Kısacası, bugün VARRR, yarın yoksunuz!
Fenerbahçe güzel örnek
Kendi bırakmadıkça gitmez denilen Aziz Yıldırım, Yargıtay’ın şike davasıyla ilgili kararını göremeden gitti.
Ali Koç’un Fenerbahçe Kulübü başkanlığına seçilmesi, üstelik öyle böyle değil, tarihi bir farkla kazanması sadece sarı-lacivertli camia için değil, Türk futbolu ve ülke için de bir devrimdir.
Devrimler; sessiz kitlelerin, haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, hoşgörüsüzlüğe, başarısızlığa, saygısızlığa baş kaldırışıdır. Aziz Yıldırım salt Fenerbahçe sevgisi ile hareket etmenin bedelini trajik biçimde ödedi.
Koç’un, son günlerde siyasetin moda deyimi “dip dalgası” ile seçilmesi sürpriz gibi görünse de, bu gelişme toplumun tüm kesimleriyle ilişkilendirilebilir. Yapmak istediklerini hayata geçirmesi ise zaman gerektirir. Adım adım, yavaş yavaş, sabırla ilerlemek Fenerbahçe taraftarınca hoş karşılanmayabilir ama geçmişin yanlışları düzeltmek aceleye gelmez.
Önceliği PSV Eindhoven’in başarılı teknik direktörü Phillip Cocu’yu takımın başına getirmek oldu Koç’un.
Belli ki, ilk girişimde böyle bir hocayı transfer etmek, çok önceden planlanmış bir hamle. Ve takdire şayan. Cocu’nun ne yapıp yapamayacağı değil, eski alışkanlıkları değiştirmek önemli.
İnsanlar yeni yüzler görmek, yeni sözler işitmek ve yarınlara umutla bakmak istiyor. Eğer bir değişim isteniyorsa; bu çağda bunun önünde durmak imkansız. Fenerbahçe güzel bir örnek. Hayırlı olsun...