Yaşam koçları, danışmanlar, mutluluk naraları . . .
Bir takım sloganlar ve nakaratlar aracılığıyla ve belki farkına bile açıkça varamadığımız “bir yerlerden” her gün kafamıza dan dan çakılan bir şey var.
Markaların iletişim stratejilerinde, reklamlarında, billboardlarda bile artık varsa yoksa, hayata karışmak, doğadan esin almak ve tabi ki mutluluk!
Öte yandan bir hayat var ki; evlerimizde, sokaklarda, haberlerde ve gözün gördüğü, kulağın duyduğu her yerde . . .
Hani bu bahsi geçen, illa ki sahip olunası, sarmalanası, elden bırakılmaması lüzum gelen “mutluluk”la uzaktan yakından alakası yok.
Çünkü:
Çocuklar ölüyor, çocuklar sokakta mendil satıyor.
Kadınlar ölüyor, kadınlara özgürlükleri unutturuluyor.
Erkekler hayat kavgasına tutulmuş; bir yandan ailenin direği olmak, eve para getirmek, iş yerinde yükselmek gibi sorumlulukların altında kıvranırken, öte yandan güçlü ve beyefendi olmak durumundalar.
Kadınlar henüz yalnız ve yalnız özgürlük savaşında olduklarından onların hayattaki var olma çabalarını, uğradıkları tacizleri, yalnız devletlerinden değil, kocalarından, babalarından bile bulamadıkları şefkati, evde anne, dışarda iş kadını olma kaygı ve kavgalarını yazmıyorum bile.
Zaten bizlerle yaşamaya çalışan zavallı hayvanları taktığımız bile yok!
Mutluluğu teğet geçmiş bir hayat önümüze boylu boyunca serilmişken . . .
“Mutlu olun” çağrılarını duymak da doğal olarak insanlarda ekşi bir tat bırakıyor.
İnsanlar daha çok bileniyor sanki.
Haklılar elbet.
Çünkü gerçek dünya ve vaatler yanyana geldiğinde ortaya sadece hayal kırıklığı çıkıyor . . .
Bu yüzden insan, elinin tersiyle itiyor mutluluk peşinde koşmayı. Aslında vazgeçiyor . . .
“İlla mutluluk şart değil, yaşayalım yeter.”
Bu cümleyi son zamanlarda öyle sık duyuyorum ki . . .
Dünyaya dair istekler, hırslar, planlar –hiç ölmeyecekmişiz gibi- son hızla çoğalırken; öte yandan hayatın gerçekte nasıl bir şey olduğunu unutmuş gibiyiz.
Unutturulduk mu?
Yutturulduk mu?
Bunu bir düşünmeli.
İnsanoğlu, tıpkı diğer canlılar gibi, neden her şartta hayatta kalmayı arzu ettiğini, hatta neden bilimle, teknikle, edebiyatla uğraştığını tekrar tekrar sormalı kendine.
Hayat, bir uzun vadeli plan değil.
Hayat, bir iş toplantısı değil.
Hayat, çöpe atılacak, bu kadar kolay vazgeçilecek, bizden bağımsız bir nesne değil.
Hayat, zaten bizim içimizde. Mutluluk da orada bir yerlerde ki, yeri geliyor heyecan yapıyor, yeri geliyor kahkalarla güldürüyor, yeri geliyor kelebeklerini koşturuyor içimizde. Demek ki bir yerlerde konuşlanmış oturuyor içimizde.
O zaman mutluluktan vazgeçmek niye?
Diyeceksiniz ki, eğer bu kadar basitse, yukarıdakileri neden saydın gözümüze gözümüze?
Saydım, çünkü yüzleşmek için. Saydım çünkü hepsinin çaresi var.
Hayat, hep bildiğimiz gibi; basit, çıplak, doğanın kanunlarıyla sarmalanmış bir döngü.
Ve mutluluğu aramaktan vazgeçmek, evrenin en zeki canlıları olduğumuzu söyleyen biz insanlar için hiç de yakışık alır değil.
Mutluluktan vazgeçmek değil payımıza düşen.
Bize düşen, bizi mutluluktan vazgeçirecek her ne varsa tek tek mimlemek; bulduklarımızla yüzleşip, onları köklerinden kazımak.
Geçenlerde blogta yazmıştım; yeri gelmişken buradan da paylaşmak istedim:
Var Mı Hatırlayan?
Kim unutturdu hepimize,
Hayatın ne güzel olduğunu?
Hangi Tanrı?
Hangi büyük adam?
Hangi şair?
Hangi aşk?
Hangi rüya?
Hangi sen?
Hangi zaman?
Ne vakit, bu kadar kolay?
Modern çağın vebası gibi bu; dünyayı parayla satın alırken, hayattan bedava vazgeçmek.
Vazgeçme sevdasına kapılmaktansa, mutluluk sevdasına kapılma alternatifinizi düşünün . . .
ŞİMDİ.
Fotoğraf: Tracy Tomsickova