“Karışan teyze”, “poh poh gururlu anneanne”, “elleyen güvenlikçi”, “daralan kaldırım” ve diğerleri… Hepsiyle tek tek karşılaştık bugün…
Annemin dışarıda işleri olmasını fırsat bilerek, Can’ı da alıp peşine takıldık. Sokağa çıkmadan önce başımı pencereden dışarıya çıkarıp havayı şöyle bir kokladım. Uff! Burnumun ucu dondu. İstanbul karlı diyorlardı. Sabahtan beri atıştırıp duruyor.
Türkiye’ye gelmeden önce annemin göz korkutmasıyla aldığım, Adana ve Mersin’deki güzel havadan ötürü bavulun diplerinde paslanan kar tulumunu oğluma giydiremeyeceğim diye hayıflanıp duruyordum. Bugün soğuk havada Can ile beraber bol bol yürüyeceğimiz için, “tam zamanıdır” dedik ve oğluşu ilk kez astronot kıvamında giydirdik. Tulumun her yeri kapalı. Ellerine çıtçıtla takılan eldivenler ve kıvrılarak ayakları örten kumaşı da sayarsak sadece yüzü açıkta kalıyor. Tulum o kadar pofuduk birşey ki, bebek arabasının emniyet kemeri zor kapanıyor.
Biz yine iyiyiz. Sokaklarda gördüğüm diğer bebeklerde, buna ilave olarak, yüzün çevresinde 10 tur döndürülen atkılar var. Sadece gözleri açıkta kalıyor. Bu da yetmiyormuş gibi bebek arabasının üzerine plastik örtü geçirenler ya da battaniye örtenler var. Yok artık! Kış nedeniyle bebeklere yapılan giysi zulüme son!
Uzatmayalım, hazırlıklarımızı yaptıktan sonra kendimizi sokağa attık. Kaldırımda bebek arabasını itmeye başlayınca hayatımdan da ufak çapta bezmeye başladım. Kaldırım evlere şenlik. Adeta yamalı bir bohça. Bir metrekarelik alanda asfalt, arnavut kaldırımı, toprak, betondan kaldırım taşı ve çukuru bir arada bulmak mümkün. Biraz uğraşsam her bir belediye döneminin çalışmasını parmak ile işaret edebileceğim. Bir de kaldırıma gönül rahatlığı ile araba park eden insanlarımız var ki her birinin sağlığına duacıyız. Burası güzel İstanbul’umuzun güzide semtlerinden Göztepe’nin en meşhur ana caddelerinden biri olan Minibüs Caddesi. Sakın yanlış anlaşılmasın.
Kaldırımlarla mücadele ede ede, ilk durağımız olan bankayı bulduk. Bankanın içi, kış mevsimlerinin piyangosu olan ve ağzını kapama zahmetinde bulunmadan aksıran/öksüren insanlarımızla dolu olduğu için annemi dışarıda beklemeyi tercih ettik.
İkinci durağımız bir başka bankaydı. Bu, biraz daha tenha olduğu için, Can ile birlikte biz de içeri girdik ve annemin işinin bitmesini beklemeye koyulduk. Biz beklerken yanımıza yaşlı bir hanım daha oturdu. Doğru tahmin ettiğiz: “poh poh gururlu bir anneanne” o. Önce Can’a doğru eğilip “Dur bakayım şu çirkin şeye! Ayyy! Püh püh, maaşallah pek de çirkinmiş” dedi. Bebekleri sevme şeklimiz süper değil mi? Çirkin diyenler, eşek sıpası diyenler, böcek diyenler… Ama inanır mısınız bütün bunlar hoşuma gidiyor. Samimi çünkü bizim insanımız. Uzatmayalım, poh poh gururlu anneanne, tulumunun üstünden oğlumu mıncıkladıktan sonra şak diye cüzdanını açtı. Kıvır kıvır saçlı ve mavi gözlü torununun fotoğrafını gösterdi. Hemen yanında da kızının fotoğrafı… Torunu 6 yaşındaymış, ismi Deniz’miş. Sohbet derinleşecekken, beraber geldiği hanımın işi bitti. Can için baht açıklığı dileyerek bankadan ayrıldı.
Bir sonraki durağımız bir mağazaydı. Annem kasada aldığı ürünleri öderken, ben de Can’ın sütünü hazırladım. O sırada mağazanın güvenlik görevlisi, namıdiğer “elleyen güvenlikçi”, yanımızdan geçti. Geçerken de Can’a dil çıkardı. Gittiği yerden geri dönerken daha uzun zamanı olacak ki, bebek arabasına eğilip Can’ın açıkta kalan tek yeri olan yüzünü okşadı. Yanaklarını mıncıkladı. Beynimde hijyen alarmları yanmasına rağmen kibarca gülümseyerek “abiye bay bay yap oğlum” dedim. Bebek 10 aylıkmış, aşıları daha tamam değilmiş, herşeyi ağzına götürme ve mikrop kapma potansiyeli varmış, ben kendim bile sokaktan gelince elimi yıkamadan oğluma dokunmuyormuşum… Mış-mış da mış-mış. O sırada annemin işi bitti ve yanımıza geldi. Mağazadan çıkar çıkmaz ıslak mendille Can’ın yüzünü temizledik. Yine de bu kadar sıcak insanlarımız olduğu için mutlu oldum. Burası benim memleketim.
Böyle elli kapının zilini çekince, karnım zil çalmaya başladı. Göztepe çarşısı benim gibi yemeyi-içmeyi sevenler için bulunmaz nimet. Burnuma ulaşan taze poğaça kokularını izledim ve kendimi bir pastaneye zor attım. İstediğim ürünleri pastacıya söylerken “karışan teyze” ile yan yana duruyormuşuz meğer. Bir elinde aldığı simitler, diğer elinde cüzdanı, başı ile Can’ı işaret ederek, “elleri üşümüyor mu onun?” dedi. Haklı teyzem. Eller açıkta. Biraz önce pastaneye girince kurdeşen dökmekte olan Can’ın kafasındaki şapkayı ve ellerindeki eldivenleri çıkarmıştım. Kibarlığımı bozmadım. Durumdan haberdar değilmişim gibi ellerinin ısısını kontrol ettim. “Elleri sıcak teyze, siz merak etmeyin” dedim. Bu ilgi ve alaka, içimi az sonra yediğim sıcacık poğaçalardan daha çok ısıttı.
İşlerimizi bitirmenin rahatlığı ile eve dönüş yoluna koyulduk. Göztepe Benzincisi’nin tam karşısındaki kaldırımda, Kadıköy yönüne doğru hiç yürüdünüz mü? Süper eğlenceli. Ben ona “daralan kaldırım” diyorum. İki insanın yan yana yürüyebileceği genişlikte başlayıp, bir insanın yan dönerek zor yürüyebileceği bir genişlikte sona eriyor. Bebek arabasıyla üzerinde yürümek ise daha eğlenceli. Kaldırımda giderken birden kendinizi işlek bir yolun ortasında, bir minibüsle kafa kafaya çarpışırken buluyorsunuz. Yine de en azından yolun kenarına bir kaldırım koymayı akıl ettiklerine şükrettim. Kaldırımsız da olabilirdi.
Ülkemde yaşam ne kadar renkli değil mi? Yine de seviyorum herşeyini. Sokaklarını ve bilhasa sıcacık insanını… Amerika’da sıradan bir günde bu kadar eğlenebilir miydik?