Matematik öğretmenliğinin ardından hukuk okuyarak avukatlık yapan Yüksel Sarı, “Arafta Aşk” kitabı ile edebiyat dünyasına güçlü bir giriş yaptı. Ancak kitabın adındaki ‘Aşk’ kelimesi sizi yanıltmasın. Göçleri, sıla hasretini ve vatansızlığın ne demek olduğunu yani bu dünyada arafta kalmayı hissettiren kitabında Sarı, yaşananların unutulmaması için tarihe bir not düşüyor. Sarı, kitabı okurken “Sınırlara öfkelenecek, kaybolan insanlığı arayacaksınız” diyor.
‘Arafta Aşk’ta çocuklar özellikle önemli bir yere sahip. 1956 yılında Karabük’te doğan biri olarak siz nasıl bir çocukluk dönemi yaşadınız? O günlere dair özlem duyduğunuz neler var?Benim çocukluğumda Karabük hızlı gelişen bir işçi kentiydi. Demir Çelik Fabrikası nedeniyle Karadeniz’in çeşitli illerinden sürekli göç alır, nüfusu hızla artardı. Biz Sinop’tan gelenler arasındaydık. Etrafımızda Kastamonu, Çankırı, Sinop, Trabzon, Giresun, Ordu gibi hem Batı hem de Doğu Karadeniz illerinden göç etmiş birçok işçi ailesi bulunurdu. Bu sayede çocukluğumuzda çok renkli arkadaşlık ilişkilerimiz oldu. Şimdi o günleri çok arıyorum. Oldukça dinamik bir kent olmuştu Karabük. Vardiya değişim saatlerinde İstasyon Meydanı hınca hınç dolar, yüksek sesle bağrışmalar, kahkahalar birbirine karışırdı. Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın özelleştirilmesi ve birçok haddehanenin başka şehirlere taşınması yüzünden eski Karabük kalmadı artık. Son gidişimde İstasyon meydanındaki derin sessizlik beni çok etkiledi. Bir hayli hüzünlendim.
Hem matematik öğretmenliği hem de avukatlık yaptınız. Genelde ilk üniversite tercihleri biraz daha aile ve çevre yönlendirmeleri ile ya da dönemin iş ihtiyaçlarına göre yapılır. 30’lu yaşlarınızda neden hukuk okudunuz? Aslında sormak istediğim sizi neler rahatsız etti de adalet arayışında bir şeyler yapmak istediniz?
Adalet anlayışlarını ve uygulamaları değiştirmek gibi yüksek bir amacım yoktu aslında. Daha çok kendimi savunmak güdüsüyle hareket ettiğim söylenebilir. Meslek olarak öğretmenliği seçmiş olmamla herhangi bir sorunum yoktu. Aksine öğretmenliği seviyordum. İdealist bir öğretmendim. Çalışmalarımı görev tanımıyla sınırlamıyor, günün her saatinde öğrencilerim için yeni şeyler yapabilmek amacıyla uğraşıyordum. Bu yüzden çok iyi bir öğretmen olduğumu iddia edebilirim. Ne var ki, o zamanlar siyasi kamplaşmalar zirvedeydi. Kimsenin sizin değerli çalışmalarınız veya fedakârlıklarınızla ilgilendiği yoktu. İktidar tarafında değilseniz ve onların istediği gibi davranmıyorsanız cezalandırılıyordunuz. Öğretmenlerin sürgün dönemiydi o zamanlar. Daha çok cezalandırabilmek için eşleri birbirinden ayırıp her birini başka şehirlere sürüyorlardı. Ben de biraz dik başlıydım sanırım. Çok soruşturma geçiriyordum. Bu da bende bir gün mesleğimi kaybetme ve ailemi geçindirememe korkusu yarattı. Aynı zamanda hukuken kendimi savunabilecek durumda olmam gerektiğini düşünüyordum. Böylece 30 yaşında yeniden üniversite sınavına hazırlanmaya başladım. Sonuçta bir mesleğim daha oldu. Aynı zamanda kendi kendimin avukatı olmuştum.
DOĞU’NUN ÇARESİZLİĞİ, BATI’NIN SESSİZLİĞİ
Kitabınızın adı “Arafta Aşk” ancak bir aşk romanından çok ötesi… İçeriği ve konusu hakkında sizden bilgi alsak…
Romanda bütün güzellikleriyle birlikte Bodrum’u yaşayacak ve bu güzelliklerin aşkın saflığı ve temizliğiyle nasıl buluştuğuna tanıklık edeceksiniz. Göçleri, sıla hasretini ve vatansızlığın ne demek olduğunu içinizde hissedeceksiniz. Doğu’nun çaresizliğine, Batı’nın bu çaresizlik karşısında sessiz kalışına, kapanan sınırlara öfkelenecek ve kaybolan insanlığı arayacaksınız. Aynı zamanda, iki ülke arasında sıkışan hayatların, alabildiğine yaşanan bir aşkın ve aşkı için kendinden vazgeçmeyi seçen gururlu bir genç kızın hüzünlü hikâyesini bulacaksınız.
Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz ve yazma, yayınlama süreci ne kadar sürdü?
Asla unutmamak gerektiği halde unuttuklarımızı hatırlatmak için bu romanı yazmak istedim. Yirmi yıl önce televizyonlarda konuşan pek çok yazar, akademisyen küreselleşmeyi anlatırken Sivas’ın bir köyünden yola çıkan gencimizin hiçbir engelle karşılaşmadan Avrupa ülkelerine rahatlıkla gidebileceğini, orada istediği şehirde iş bulup çalışabileceğini, hatta oradan başka bir şehre geçip deniz kıyısında şarabını içerken Avrupalı sevgilisiyle el ele tutuşup sohbet edebileceğini anlatıyorlardı. Biliyorduk. Yalan söylüyorlardı. Ama en çok onların sesi çıkıyordu. Bu yüzden herkes onlara inanıyordu. Şimdi ne oldu? Batı’nın sadece ama sadece hayatta kalabilmek için yurdunu terk eden insanların önlerine nasıl engeller koyduğuna bakın. Botlarını delip o zavallı insanları Ege’nin derin sularına nasıl terk ettiklerine bakın. Hani insanlık nerede? Nerede kaldı Batı’nın medeniyeti? Yirmi yıl önce söylenen o yalanları şimdi unutacak mıyız? Yalanlarıyla insanlarımızı bile bile kandıranlara söyleyecek bir çift sözümüz olmayacak mı? İşte bu roman onlar unutulmasın diye yazıldı. Televizyondan “Falanca ülke filanca yeri bombaladı” veya “Asker çıkardı” diye bir haber izliyoruz. Toplasan iki dakika sürüp geçiyor. Fakat o an düşünemiyoruz ki bu olay oradaki insanların yaşantısını nasıl etkilemiştir? Oradaki insanlar hangi acılar içine düşmüştür. Ölümler… Ayrılıklar… Hani bir söz vardır “Filler tepişirken çimenler ezilir” diye. Arafta Aşk, işte o çimenlerin hikâyesini anlatıyor bize. Bir de aşkı anlatıyor. Bu günlerde aşkı mekanik bir şekilde ele alanlara inat, aşkın sevdiği için kendinden vazgeçebilmek olduğunu anlatıyor. Yeni düzenin çirkinlikleri arasında o da kaybolup unutulmasın diye…
Yazılma ve basılma süreci yaklaşık üç yıl süren roman için verdiğim emeğe değdiğini düşünüyorum. Umarım okuyucu da beğenecektir.
O SÖYLEMEDİ AMA BEN DUYDUM
Türkiye tüm bu sorunların içinde tam da ortada konumlanmış durumda. Siz bir de Muğla’da yaşayan bir avukat olarak ‘iki ülke arasında sıkışan hayatlara’ çok daha yakından şahit oldunuz. Unutamadığınız anlardan bizimle paylaşmak istedikleriniz olur mu acaba?
Ben romandaki yanında beş yaşlarında bir erkek çocuğu bulunan siyahlar giymiş o göçmen kadını gerçekten gördüm. Adliye koridorlarında jandarmaların arasında gördüm onu. Bütün umutlarını kaybetmiş bir halde gördüm hem de. “Bak… Bak işte bak!” diyordu bana. “Bizim gibi çaresiz, bizim gibi vatansız değilsiniz nasıl olsa. Ölüm korkunuz da yok. Mutlu ve huzurlusunuz yani. Öyleyse bakın, bakın da eğlenin bizimle. Doyasıya tadını çıkarın bu insanlık ayıbının” diyordu. Belki bu sözleri o söylemiyordu ama ben duydum. Duyduğumu sandım o an. Ve o utancı iliklerime kadar hissettim. Aradan kaç yıl geçmesine rağmen hâlâ unutamadım. Sonunda o kadın da romandaki yerini almış oldu.
Bu konuları gazetelerden okumanın, televizyondan izlemenin ardından kendi kaleminizle kağıda dökmek, kendi karakterlerinize bunları yaşatmak sizi nasıl etkiledi?
Nedenini bilemiyorum ama romanı ben de karakterlerimle birlikte yaşadım sanki. Onlarla birlikte ben de üzüldüm, acı duydum. Kaçak göçmenlerin kazasında sudan çıkarılan her çocuğun boynu düştüğünde onlarla birlikte benim de canım yandı. Sadık Kaptan’ın Girit anlatımlarını dinlerken ben de onunla birlikte hüzünlendim. Gecenin karanlığında ağır ağır ilerleyen teknenin en uç noktasında “Furtuna” türküsü söylenirken ben de ağlayacak gibi oldum. Roman bitti satışa sunuldu ama ben hâlâ onlarla birlikte yaşıyorum. Arada bir farklı olayları değerlendirirken onlar nasıl düşünür ve ne yaparlardı diye merak ederim. Hüzünlendiğim anlarda türküyü açar yeniden dinlerim.
Yüzyıllardır var olan ancak belki de son yıllarda çok daha fazla hissettiğimiz ‘Doğu’nun çaresizliği, Batı’nın sessizliği’ durumu hakkında siz neler söylemek istersiniz?
Çaresizlik Doğu’nun kaderi değildir. Çaresizlik Doğu’ya dayatılmaktadır. Bizim Batılı devletler, medeni ülkeler dediklerimizin hiçbir şeyi yok. Doğal kaynaklar, zenginlikler hepsi Doğu’da. Fakat Doğu cahil, Doğu sahipsiz. Kendi yöneticileri ülkelerine ihanet ediyor. Halkına sahip çıkmıyor, önderlik edemiyor. Kaynaklarının Batılı ülkelerce yağmalanmasına göz yumuyor. Böyle olunca bütün zenginlikler Batı’ya akıyor. Bu yüzden Batı, Doğu’nun çaresizliği karşısında sessiz. Bir Afrika sözü vardır: “Önce bizim zengin topraklarımız vardı. Onların da elinde İncil. Sonra zengin topraklar onların oldu. Bizim de elimizde İncil kaldı.” İşte Doğu’nun hikâyesi budur. Doğu kendi makûs talihini yenmek ve kendi kaynaklarına sahip çıkmak zorundadır. Biz Kurtuluş Savaşımızı bunun için yaptık. Bunun bir kere yapılması, bir daha yapılmayacağı anlamına gelmez.
Yazdığınız veya yazmaya devam ettiğiniz başka eserleriniz, projeleriniz var mı?
Arafta Aşk benim ilk romanım. Daha önce gazetelerde makaleler yazardım. Bir konunun öykü veya roman yoluyla daha iyi anlatılabileceğini görünce makale yazmayı bırakıp romana başladım. Bundan sonra da böyle devam ettirmek niyetindeyim. Tasarı halinde ikinci bir romanım daha var. Önümüzdeki yılın ortalarına doğru basılacağını umuyorum.