Sevgili okurlarım,
Bu haftaki yazımda vizyona girdiği günden itibaren sinema salonlarını dolduran ‘Joker’ filmini kaleme almak istedim.
Batman’in ezeli rakibi Joker’in nasıl ‘Joker’ olduğunu izlediğimiz filmde öncelikle mükemmel oyunculuğuyla Arthur (Joker) karakterine hayat veren Joaquin Phoenix’e değinmek isterim. Bu yıl ‘En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ının sahibi şimdiden belli. Sinemaseverler diğer filmlerdeki adaylarla boşuna kafalarını karıştırmasın derim ben! Hatta ödül hemen Phoenix’e bekletmeden gönderilebilir; gerçekten oyunculuğuna, o karakteri canlandırmadaki başarısına söylenecek söz yok. Filmi güzelleştiren, izleten, karakterin hakkını her zerresiyle veren Joaquin Phoenix kesinlikle ayakta alkışı hak ediyor! Tabii ki filmin yönetmeni Todd Philips de…
Filme dönersek eğer;
Arthur (Joker), yaşlı annesiyle tek başına yaşayan ve annesinden başka kimsesi olmayan bir palyaço. Evet, hayatını palyaçoluk yaparak yani aslında insanları güldürerek kazanan bir kişi. Aslında Arthur’un trajedilerle dolu yaşantısına zıt bir durum. Çünkü Arthur’un hayatında gerçekten güleceği hiçbir şey yok. Karakter olarak bakıldığında aslında özünde iyi ve sakin bir yapısı var. Annesine düşkün, onu yıkıyor, bakımını eksik etmiyor, annesini yatağına danslarla götürüyor, yani aslında bildiğimiz iyi bir insan. Annesi hasta olmasına rağmen ev düzenli ve temiz. Bunu banyoda annesini itinayla yıkarken banyonun düzeninden de anlıyoruz. Aslında bu böyle bir karakter için beklenmedik bir detay ama dedik ya aslında özünde iyi ve düzgün yaşamaya kodlanmış bir insan. Filmin ilk sekansında biz aslında Joker’in nasıl ‘Joker’ olduğunu anlıyoruz. Hayatın zaten başından beri üstüne geldiği Arthur’un, filmin başında yaşadığı ilk olayla aslında devamını az çok çözüyoruz. Ezilen insanların sesi ve simgesi olarak doğan Joker karakteri aslında filmin bütününde de izlediğimiz üzere iyi bir insanken kötülüğe zorlanmasıyla bildiğimiz haline dönüşüyor. Bunlar olurken Joker’in meşhur gülüşüne her defasında rastlıyoruz. Arthur, her olay karşısında her ezilmesinde bu gülüşü patlatıyor! Bütün yıkıntılarını, psikolojik devinimlerini aslında bu gülüşüyle kapatıyor.
Filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar Arthur’un başına gelen trajedileri, acıları, kendiyle hesaplaşmalarını, toplumla savaşmasını, var olmaya çalışırken aslında yok olmak da istediğini gözümüzü kırpmadan izliyoruz. Beklenmedik olaylar algımızı filmin en başından sonuna kadar diri tutuyor. Adeta gerim gerim neler olacağını bekliyoruz. Filmde toplumsal mesaj da çok fazla yer alıyor. Bütün film boyunca ezilen, fakir ve iyi halkın toplumda yerinin olmadığının, sesini çıkarmayanların hep zarar gördüğünün aslında böyle olmaması gerektiğinin defalarca vurgulandığını görüyoruz.
Beklenmedik Olaylar ve Merak Ögesi Bizi Adeta Filme Kilitliyor
Filmde ilk sahneden itibaren ardı ardına gelişen olaylar, hiç aklımıza gelmeyecek şekilde olayların seyrinin başka yöne kayması bizi adeta filme kilitliyor. Bu açıdan oldukça başarılı. Beklenmedik olayların senaryoda yer alması her zaman iyidir. Seyircinin algısını diri tutar, filmden koparmaz. Başarılı kullanıldığı takdirde tabii… İşte ‘Joker’ de bu başarılı örneklerden diyebiliriz. Merak içinde bir sahneyi izlerken şaşkınlık içinde olayın başka bir yöne gittiğini görüyor ve ‘yok artık’ diyebiliyorsunuz.
Filmdeki Simgesel Anlatımlar Şahane
Filmde simgesel anlatımlar başarılı bir şekilde kullanılmış. Arthur’un ‘Joker’ karakterine dönüşmesinde yaşadığı binanın katındaki koridor, karaktere dönüşmesinde bir geçiş olarak kullanılmış. O koridordan her geçişinde Arthur’un Joker karakterine bir adım daha yaklaştığını görüyoruz.
Tren sahnesinde Arthur’a saldıran kişilerden biri Arthur’un başındaki palyaço peruğunu çıkarıp kendi kafasına takarak onunla dalga geçiyor. Burada Arthur o meşhur ‘Joker’ gülüşünü yapmaya devam ediyor. Aslında renkli, insanları güldürmek için var olan palyaço peruğu Arthur’un kafasından çıktığında biz artık karakterin eskisi gibi olmayacağını anlıyoruz. O peruğun çıkması aslında filmde diğer olacakların habercisi bir simge ve Joker o peruğu bir daha hiç takmıyor!
Annesinden babasının o dönemdeki belediye başkanı (Thomas Wayne) olduğunu öğrenen Arthur, babasıyla yüzleşmek için bir müzikale (babasının da katıldığı müzikal) servis sorumlusu kıyafeti çalarak giriyor. Müzikal salonunun tuvaletinde babasının yanına giderken servis sorumlusu kıyafetini çıkarıp bir kenara bırakması bütün gerçekliği ve yalandan uzak haliyle babasının karşısına çıkmak istemesini bize aktarıyor. Ancak bütün gerçekliğiyle karşısına çıktığı babasından babası olmadığını duyuyor ve evlatlık olduğu ihtimaliyle yüzleşiyor. Biliyorsunuz ki, Thomas Wayne, Batman (Bruce Wayne)’in babası ve serinin devamındaki nedenleri az çok tahmin edebiliyoruz.
Annesinin bir dönem akıl hastanesinde kaldığını ve çocukluğunda ona şiddet uyguladığını öğrenen Arthur, annesinin gençliğinde tedavi gördüğü akıl hastanesine raporları görmek için gidiyor. Burada arşiv yetkilisiyle tel örgülerin arasından konuşması ve ikna etmeye çalışması bize kendi hayatını öğrenmek istemesinde dahi zorluklarla karşılaşmasını gösteriyor. Tel örgünün arkasındaki çabası, hayatı kolay olmayan Arthur’un hayatının bilinmeyenlerini öğrenme yolundaki zorluklarını seyirciye çok başarılı aktarıyor. Dosyayı ele geçirip okurken kameranın üst açıdan Arthur’u görmesi de sıkışmışlığını, çaresizliğini, hayal kırıklıklarını en iyi şekilde bize hissettiriyor.
Arthur’un annesinin kendisine yaptıklarının doğru olduğunu öğrendikten sonra hoşlandığı kadının evine gitmesi ve orada koltuğun üstündeki mavi gitar, Arthur’un çocukluğuyla yüzleşmesindeki en doğru simge. Arthur gitara dokunuyor, koltuğa dokunuyor, bir annenin düzenine dokunuyor. Hoşlandığı kadın da bir anne ve işte burada bir kırılma noktası yaşanıyor. Arthur’a hoşlandığı kadın, küçük kızının evde olduğunu ve gitmesi gerektiğini söylüyor. İşte tam da burada Arthur çocukluğuyla yüzleşiyor. Annesinin sevgililerinin kendisini darp ettiğini ve annesinin buna seyirci kaldığını hastane raporlarından okumuştu çünkü…
Asıl can alıcı sahne ise tabii ki Joker karakterinin doğuşu olarak adlandırabileceğimiz finale yaklaşan sahne. Arthur katıldığı komedi programında işlediği cinayetleri itiraf edip sunucuyu (Robert De Niro) öldürdükten sonra artık afişe oluyor. Aynı zamanda da ezilenlerin sesi olarak toplumda bir simge haline geliyor. Her yer yeşil peruklu palyaço maskesiyle dolaşan ve belediye başkanının yaptığı ezici konuşmalara başkaldıran kişilerle dolu. Arthur, polis aracında giderken tüm bu olanları meşhur kahkahasını atarak izliyor ve o esnada bir ambulans polis arabasına çarpıyor. Polisler ve Arthur yaralanıyor. Arthur’u baygın bir şekilde bulan yandaşları onun arabanın içinden çıkarıp polis arabasının üzerine yatırıyorlar ve ‘kalk’ diye bağırmaya başlıyorlar. Bir süre sonra Arthur uyanarak arabanın üzerinde ayağa kalkıyor. Burada Joker’in doğuşunu izliyoruz. Gözlerinde hüzün, yüzü ve ağzı kanlar içinde… Ve parmaklarını dudaklarına götürerek eliyle yaptığı palyaço gülümsemesini yapıyor. Burada Joker’i üst açıdan görüyoruz; psikolojik durumunu, sıkışmışlığını, aslında olmak istediği değil de olmak istemediğine zorlandığını hissediyoruz. Müthiş bir sahne!
Filmde bu şekilde çözümlenmesi gereken çok sahne var ancak yazıyı daha da uzatıp sizi sıkmam istemem. Bir kapı kilidinin Joker’in vicdanını temsil ettiği sahne de başka bir nefis sahne mesela! Evine başsağlığına gelen eski iş arkadaşlarından bir tanesini (kendisini arkasından vuranı ve kovulmasına neden olanı) diğer iş arkadaşının (cüce olanın) yanında öldürmesi ve cücenin korku içinde kapıya koşması ve o andaki asma kilide boyunun yetişmeyip dışarı çıkamaması ve korkuyla Joker’den kapıyı açmasını rica etmesi, hepimizin merakla izlediği bir sahne. Joker, kilidi açacakken bir anda duruyor, biz de merakla bekliyoruz tabii ve cüceye ‘Sen bana hiç kötü davranmadın’ diyerek başından öpüyor ve kilidi açıp onu gönderiyor.
Neyse daha fazla uzatmayayım. Filmi henüz izlemeyenler, halen vizyondayken kaçırmayın derim ben!
Sevgiler…