Klinik Psikolog Dr. Şeniz Ünal, ilk kitabı ‘İçimizdeki İnsanlar’da hepimizin içindeki insanlara farklı bir ışık tutuyor. Herbirimizin mutlaka kendisinden parçalar bulabileceği kitapta, teorik bilgilerin yanı sıra Ünal’ın 9 danışanının kişisel deneyimleri ve dönüşümleri anlatılıyor.
- Kitap yazmaya nasıl karar verdiniz? Sizi bu yolcuğa sürükleyen itici güç ne oldu?
Ben psikoloji yolculuğuma klasik üniversite lisans eğitimiyle başlamadım. 20’li yaşlarımın sonunda, kendi yolumu ararken, girdiğim kişisel gelişim yolculuğu, 20 sene sonra beni doktoralı klinik psikolog, psikoterapist yaptı. Entelektüel birikimlerimi, kişisel ve profesyonel deneyimlerimi aktarmayı düşündüm ve kitap ortaya çıktı. Birkaç başlıkta kitabı yazmamdaki nedenleri toparlamam gerekirse…
Bu kitabı yazmamdaki amaçların birincisi regresyon terapisinin nasıl bir terapi olduğunu ve diğer terapi modelleriyle hangi noktalarda kesiştiğini insanlara anlatmak. Hiç kolay bir yöntem değil, iyi yapılması gerekiyor, ciddi deneyim ve eğitim istiyor. İnsan psikolojisini yine çok iyi anlamak gerekiyor. Maalesef medyada biraz ucuzlatılmış bir durumda ülkemizde.İnsanlar bu çalışmayı yapmak isterlerse kimin yaptığına ve nasıl yapıldığına iyi baksınlar demek istiyorum. Ayrıca bilgi birikimimi, deneyimlerimi de aktarmak benden sonra gelenlere borcum diye düşünüyorum.
İkincisi, kendim için yazdım. Lisansı, psikoloji olmayan birisinin de gayet iyi psikoterapi yapabileceğini ve çok da başarılı olabileceğini yazmak istedim. Dünyada bunun pek çok şahane örnekleri olmasına rağmen ancak Türkiye’de çok katı ve sabit fikirli bir bakış açısı var.
Üçüncüsü, kişisel gelişim ve farkındalık için bilinçaltına inmenin önemini yazmak istedim. Maalesef sadece konuşma terapisi denilen ve çoğu zamanda üç beş seans sonrasında bir iç dökme ya da sohbete dönen terapi modelinin de çok faydalı olamayacağını da göstermek istedim. Tabi bir psikanaliz var. Katı kuralları olan dört beş senelik bir terapi, hala fanatikleri var. Ama günümüzün dünyasında kimse haftada birkaç gün dört beş senesini maalesef psikanalize ayırabilecek ne zamana ne de paraya sahip. Dolayısıyla insanlık geliştikçe teknikler geliştikçe her zaman yeni açılımlar oluyor ve çok daha farklı yöntemlerle hem kısa sürede hem de derin bir şekilde farkındalıklar yaşanabileceğini, insanların iyileşebileceğini şifalanabileceğini de göstermek istedim.
Son olarak da başkalarının hikayeleri ilham olsun diye yazdım. Teorik bilginin yanı sıra kişisel deneyimler ve dönüşümler başka insanlarda kapı açabilir, umut olabilir diye düşünüyorum. Kitabın yayınlanmasından çok kısa bir süre geçmesine rağmen bana gelen yorumlar da hep ¨…. hikayesi bana çok benziyor¨ cümleleri yer alıyor. Sıkıntısı olan kişilerin psikoterapiye şans vererek içinde bulundukları kafeslerden çıkabileceklerini hissettirmek istedim.
- Danışanlarınız hikayelerinin anlatılmasına nasıl yaklaştılar?
Çok olumlu yaklaştılar. Açıkçası çalışmaya ilk başladığımız zamanlarda, “Sizinle yapacağımız terapi sürecini daha sonra başkalarıyla anonim olarak paylaşabilir miyim?” deseydim, bence o zaman paylaşmayabilirlerdi. Ancak kendi farkındalıklarını yaşayıp kişisel dönüşümlerini de deneyimledikten sonra başkalarına faydalı olmak, başkalarına ilham vermek adına seve seve bunu yaptılar. Onların kişisel ve özel bilgilerini açık etmeden paylaşabileceğim konusunda bana da güvendiler. Kendi kişisel bilgileri ifşa edilmeden başkalarına ilham olmak istediler. Bu nedenle de seve seve paylaştılar. Hikayelerini paylaştığım danışanlarımın hepsinden imzalı onay formu da aldım, hem onlar hakkında ne seviyede paylaşım yapacağımı hem de yazar olarak kendi yükümlülüklerim ve sorumluluklarımı detaylandırıp yazdım.
- Yöntemlerinize dair açıklamalar da eklemişsiniz terapilerin arasına. Bu yolda ilerleyen, kariyerinde bu yönde ilerlemek isteyen kişiler için de öğretici bir kitap diyebilir miyiz?
Kesinlikle diyebiliriz. Zaten kitabı yazarken amaçlarımdan birisi de buydu. Bilinçaltı ve metaforlarla çalışma konusunda çekinceleri olan terapistlere ışık tutmak istedim. Bilinçaltıyla çalışmanın psikoterapi sürecindeki önemini ve etkisini paylaşmak istedim. Psikoterapi sürecinin nasıl günümüz şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak hızlandırılabileceğini de göstermek istedim.
Bir de bazı insanlar psikoterapi konusunda biraz fanatikler. Mesela illa psiko analiz, illa bilişsel davranışçı terapi, illa şu, illa bu... Halbuki çok büyük bir oranda kesişim alanları var ve terapiler çok iç içe geçmiş durumda. Farklı modelleri öğrenmek, danışanın ihtiyacına göre aslında terapiste de esneklik sağlıyor. Bunu da paylaşmış oldum.
- Kitabınız ‘İçimizdeki İnsanlar’dan da anlaşılacağı üzere farklı disiplinleri kişilerin sorunlarına özel şekilde harmanlıyor ve bir şekilde kendi yönetiminizi oluşturuyorsunuz diyebiliriz sanırım.
Her insan biriciktir. İnsanların sorunları aynı görünse de aslında her insanın kişiliği, karakteri, yaşam şartları, hayatı algılayışı, sorunu vs. kişiyi özel ve de biricik yapar. Bu sebeple sorunun çözümü de kişiye özel olmalıdır. Bunu yapmak için de bir terapistin elinde ne kadar çok araç olursa o kadar iyi olur. Psikoterapi aslında bir sanattır. Psikoterapistin bir sanatçı olduğu ve yaptığı terapi modelinin bir sanat olduğu söylenir. Burada psikoterapistin bilgisinin ne kadar olduğu ve bu bilgisini işleme, bilgisini gösterme, bilgisini adapte edip uyarlama yeteneği de çok önemlidir. Bunun içinde ne kadar donanımlı olursa onun içinde o kadar iyi olur.
Yine psikoterapistin kendisinin kişisel farkındalığı ne kadar fazlaysa, kendi kişisel yaralarını sıkıntılarını ne kadar dönüştürebilmişse danışanına da o kadar faydalı olur. Yani psikoterapist kendi içinde ne kadar derinleşmişse danışanın da o kadar derinleşmesine yardımcı olur.
- Son dönemde yaşadığımız korku cumhuriyetine dönüşen dünyada bizlere tavsiyeniz olur?
Şu an çok kaygı dolu ve belirsiz bir dönemin içerisindeyiz. Bu yakın tarihimizde eşi benzeri bulunmayan bir süreçtir. Adeta siste yürür gibi ancak birkaç metre ilerisini görerek ilerleyebiliyoruz. Hastalıkla mücadelede siste ilerler gibi tıbbi keşiflerle şekilleniyor. Bugün doğru olan yarın doğru olmayabiliyor. Bu da kişiler de çok ciddi kaygı ve korku yaratabiliyor. Belirsizlik zaten başlı başına ciddi bir kaygılandırıcı bir durumdur. Bu noktada hem kendimizin hem de sevdiklerimizin önce sağlığı ve güvenliği sonrasında da yaşamsal şartların idame ettirilip ettirilemeyeceği ya da hayatımızın ne zaman eski bildik şartlara dönebileceği ne yazık ki hala soru işareti. Bu belirsiz ve kontrolümüzün dışında olan dönemde yapabileceğimiz tek şey kendimizi olduğunca fiziksel ve ruhsal sağlıklı tutabilmektir.
Fiziksel olarak sağlıklı kalabilme şartlarını zaten konunun uzmanları anlatıyorlar. Ruhsal sağlık konusunda da genel kaygı ile baş etme yöntemlerini kullanabiliriz. Bu konuda çok fazla kaynak var. Bunlardan en önemlisi psikolojimizi etkileyen olumsuz bilgi ve paylaşımların minimuma indirilmesidir. Eğer dış dünyada güvenli alan yoksa -ki şu günlerde öyle- kendi iç dünyamızda kendimize güvenli bir alan yaratmak zorundayız. Bu fiziki olarak evimizde kendi içimize dönebileceğimiz küçük güzel bir köşe de olabilir.
Yatmaktan tutunda kendimizi güvende kılacak, bize iyi gelen yöntemleri uygulayabileceğimiz bir yer olabilir. Bu kişiden kişiye değişir. Mesela kimi yemek pişirerek buna ulaşırken kimi saatlerce belki bilgisayar oyunu oynayarak bunu yapıyordur. Kimi meditasyon yaparak kimisi de dua ederek bir şekilde kendi içsel güvenli alanını yaratmak zorundadır ki dışarı çıktığımızda dışsal şartların üstesinden gelebilecek şekilde kendimizi hissedebilelim, daha güçlü olabilelim.
- Şu yaşadığımız bu sürece farklı farklı bakış açılarıyla yorumlar var. Kimisi doğanın intikamı diyor kimisi bir dönüşüm evresinden geçiyoruz, 2020 her şeyi yeniden yapılandıracak bir yıl olacak diyor, toplum ve dünyanın geçtiği bu durum için sizin yorumlarınız neler?
Bu sorunun cevabı kime sorarsanız çok kişisel olacaktır. Çünkü herkes kendi bakış açısından, kendi penceresinden, kendi bilgi, deneyim ve görgüsünden yola çıkarak cevap verebilir. Benim kendi kişisel cevabıma gelecek olursak, ben zaten dünya nüfusunun son yüz, yüz elli yıldır çok hızlı bir şekilde artığını düşünüyorum ve bu beni kişisel olarak endişelendiriyor. İnsan dünyanın sahibi gibi davranmaya başladı biraz. Doğanın dengesini bozduk maalesef.
Dünyayı başka canlılarla paylaşıyoruz, bunu unuttuk. İnsanlar kendi menfaatini düşünüyorlar. Düşünün ki tarlalarda yılanlar fareleri yiyor mesela, yılanları öldürürseniz fareler cirit atar. Denge bozulmuş olur. Şimdi biraz bu böyle oldu. Zülfü Livaneli’nin ‘Son Ada’ isimli bir kitabında bu sistem çok güzel anlatılıyor.
Bilindiği üzere virüs gibi mikroorganizmalar yaşamdan önce de dünyamızda var olan varlıklardı. Var olan bu mikroorganizmalar bazen daha fazla oluyor bazen daha az oluyor.
Yaşadığımız bugünlerde biyolojik açıdan bakarsak, hayvandan insana geçen bu mikroorganizma şu an kendine yer bulmaya çalışıyor. Bir nevi ‘teritori / alan’ mücadelesi bu. Bir şekilde bir denge bulunması gerekiyor. Ben kendi adıma doğanın intikamı olarak düşünmüyorum. Doğada pek çok oluşum var ve beraber yaşamayı öğrenmek zorundayız.
Yaşam şartları açısından çok güçlü ve muktedir görünen insan ırkının aslında ne kadar narin ve kırılgan olduğunu görüyoruz. Bu da belki bize biraz daha mütevazı, alçak gönüllü, şefkatli, itinalı ve dikkatli bir insan olmamızı hatırlatacak. Ancak korkarım ki, virüs tehlikesi bittikten kısa bir süre sonra tekrar biraz vahşi olarak tanımlayabileceğimiz kapitalist hayata geri döneceğiz. Bu arada yine bunu kullanarak bazı siyasi güçler insanlar üzerinde daha otorite ve tahakküm kurmak eylemlerinde bulunma yoluna da gidebilirler. Virüsün sağlığımıza olan etkisinin yanı sıra hayat tarzımıza da bir etkisi olacağı kesin. Nitekim 11 Eylül’den sonra dünyada pek çok şeyin dengesi değişmişti. Bu virüsle de biraz öyle olacak gibi duruyor. Ama ne yöne nasıl gider? Onu ben kendi konumumdaki bir birey olarak şu an sadece spekülasyon yapabilirim net bir şey söyleyemem.
- Duygu durumumuzun bağışıklıkla ilgisinden bahseder misiniz?
Duygu durumumuzun biyolojimizi etkilediği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Bunu psikonöro immünoloji bilim dalı açıklıyor. Olumlu veya olumsuz duygular hemen bedenimizde karşılık buluyor. Teknik detaylara girmeden, çok basit bir örnek vermek gerekirse… Sevdiğiniz birisi arabayla uzak bir yola gitti ve telefonunuz çaldı, trafik kazası yaptığını başkasından duydunuz. Haberi alır kalmaz, nefesiniz kesilir, kalbiniz hızlı çarpmaya başlar, eliniz ayağınız boşanır, vs.. bir seri bedensel tepki verirsiniz. Belki donakalırsınız belki de ağlamaya başlarsınız. Hemen siz sevdiğiniz kişiyi arasınız.
Eğer telefonunuza cevap veren olmazsa tepkileriniz daha şiddetli olabilir. Ancak telefonunuza cevap verilirse ve “ben iyiyim, arabada sadece hasar var” cümlesini duyduğunuz anda, sanki sihirli değnek değmiş gibi bedensel tepkileriniz biter. Ani rahatlama, yorgunluk, duygu boşalımı, vs şeklinde kendini gösterebilir. Peki ya uzun süre haber alamasanız? Bedensel tepki felce kadar gidebilir ve iyi haberi aldığınızda geri dönülmez hasar bile oluşmuş olabilir maalesef.
Her gün, her an farklı seviyelerde strese mazur kaldığımızı düşünürsek, stressiz olduğumuz zamanlarda, bu konuyla ilgili kendi seviyemizi belirlemek ve başa çıkma çarelerimizi önceden tanımlamak ve hazırlamak bize yardımcı olacaktır.
- Duygusal farkındalık eskiye kıyasla yükselişte midir? Ruhu iyileştirmek artık insanların öncelikleri arasına girmeye başladı mı? Toplumun bakış açısında ne gibi değişimler görüyorsunuz?
Eski zamanlarda daha kapalı kapılar ardında, küçük gruplarla insanlığa ait bilgiler, öğretiler paylaşılırdı. Mesela tasavvufçuların veya budistlerin sadece onların yanına eğitime gelen insanlarla bilgi paylaşması gibi… Matbaanın bulunması ardından, iletişim araçlarının gelişmesi, bilgilerin paylaşılması, yayılması konusunda çok büyük pay oldular. İnternetin de bulunmasıyla beraber çok daha geniş bir kesime yayılmaya başladı. Felsefe bilimi çok eski zamanlardan beri vardı. Ancak psikoloji bilimi ve insanın bir ruhu olabileceği konuları son yüz elli – iki yüz yıldır konuşulmaya başlandı. Mekaniğin ötesinde maneviyatla ilgili konular, çalışmalar özellikle yüz yıldır çok büyük bir yükseliş trendinde. Bu konular aynı virüs yayılımı gibi. Katlanarak artıyor ve bu çok güzel bir durum.
Ancak günümüzdeki virüs örneğinde olduğu gibi, kişisel gelişimde de istiyoruz ki birisi gelsin bizi iyileştirsin. Kolumuza aşı yapsın, ilaç versin, sihirli değnek dokundursun. Somut, virütik hastalıkta dahi kendi sorumluluğunu yerine getirmekte zorlanan insanlar (evde kalamama, karantinadan kaçma, sosyal mesafeyi koruma, vs) farkındalık konusunda zorlanabiliyorlar.
Şimdi yaşadığımız salgının olumlu sonuçlarından bir tanesi, stresin psikolojimiz üzerine etkisinin ana akım medyada konuşulur hale gelmesi diyebiliriz. Normalde ana haber bültenlerinde yer bulamayacak konular ve konuşmacılar yer bulmaya başlıyor. Korku ve kaygının yönetimi, bunun insan sağlığına nasıl etkisi olabileceği konusunda dallarında uzman kişiler konuşuyorlar. Kesinlikle bu konuda ciddi bir farkındalık artışı var.