Tam 13 sezon boyunca kapalı gişe oynayan bir komik opera… İlk kez 2008’de Kadıköy Süreyya Operası'nın açılış operası olarak perdelerini açan 'Don Pasquale', o tarihten itibaren sahnelendiği tüm illerde kapalı gişe oynandı. Bu başarının arkasındaki isim olan İstanbul Devlet Opera ve Balesi Rejisörü Recep Ayyılmaz ile konuştuk.
- Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın Tiyatro Bölümü’nde okudum. Yıldız Kenter’in, Belkıs Aran’ın öğrencisi oldum. Yüksek müzik eğitimimi İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda tamamladım. Fransa’da Paris Sorbonne Üniversitesi’nde ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı ve Fransız Filolojisi eğitimi aldım. Paris Devlet Opera ve Balesi’nde yönetmenlik stajı yaptım. Çok büyük rejisörlerin ve sanatçıların orkestra şeflerinin yanında çalıştım. Paris’te iki tane tiyatro akademisine kabul edildim. Benim için, ‘Troya’ eseriyle Bolşoy’da ilk mizansenleri oynayan Türk rejisörü diyorlar.
- 13 sezondur kapalı gişe oynamış bir oyunun ‘Don Pasquale’in arkasındaki isimsiniz. Oyunla ilgili çalışma sürecinizden bahseder misiniz?
‘Don Pasquale’ oyunu, benim ilklerimden biri. İtalyan tiyatrosundaki ‘Commedia dell'arte’ kahramanlarının altını çizerek ya da ‘Don Pasquale’ ile özdeşleştirerek sahneledim oyunu. Oyunun mizansenlerini özellikle zengin kılmaya çalıştım. Bütün oyunlarımı sahnelerken seyirci gözüyle değerlendiririm. Bana nerede rehavet basmaya başlıyorsa, seyirciyle empati kurar bir şekilde o sahneyi daha dinamik kılmaya çalışırım. Oyuncularımı da birer tiyatro oyuncusu gibi yönetirim. Koroyu keza öyle... İyi opera yapmak, iyi bir opera şarkıcısı olabilmek için çok da iyi tiyatro oyuncusu olmak gerektiğine inanıyorum. Siz vücut dilinizle, jestlerinizle, mimiklerinizle oyunculuk kabiliyetinizle, söylediğiniz partisyondaki ‘text’i daha doğru değerlendirirsiniz. Teatral kabiliyetiniz sesinize de yansır. ‘Don Pasquale’i de bu bakış açısıyla sahneledim.
- ‘Don Pasquale’ ilk kez ne zaman sahnelendi?
Oyun, 2008 yılında zor bir süreçte ilk kez sahnelenmeye başladı. Devlet Opera ve Balesi olarak AKM’den ayrılıp Süreyya Operası Sahnesi’ne geçmiştik. Aslında sinema olan ve teknik donanımı yok denecek kadar az Süreyya Operası, opera yapmaya hiç müsait değildi. Biz tüm bu zorlukları aşarak eseri sahneledik. ‘Don Pasquale’, 13 yıl boyunca Türkiye’nin bütün sahnelerinde kapalı gişe oynadı. İzmir, Mersin, Antalya ve Samsun’da çok başarılı gösteriler gerçekleştirdik. Bu arada, ‘Don Pasquale’ korosu ve büyük orkestrasıyla İstanbul’un tarihinde Asya yakasında oynanmış ilk büyük opera temsilidir.
- Eserleri sahneye koyarken kişisel yorumlarınızı da katıyor musunuz?
Ben Recep Ayyılmaz olarak operayı salt müzik olarak hiçbir zaman düşünmedim. Konservatuar kökenliyim, alaylı değilim. Ama bir bakış açısı getirmek üzere yola çıktım. Ben bu işe 2000’lerin başında soyunduğumda sahne üzerinde bazı aykırılıklar gören seyirci ve sanatçıların öncesinde neredeyse itirazlarıyla karşılaştım. Ama operanın tiyatrodan farkının müzik olduğunun altını çizdim hep. Mizansenlerimde hayatın içinden insana ait jestler, mimikler, davranış biçimleri kullanarak başka bir bakış açısıyla yorumladım operaları. Benden önceki yönetmenlere pek de sadık kalmadım diyebilirim. Bir öncekilerin tekrarı olmaktansa veya yaptıklarımın dünyada benzerlerini göstermektense, bana ait olmasını tercih ettim hep. Bu anlamda da risk aldım. ‘Don Pasquale’den örnek verecek olursam, sahne üzerinde klozet görmek, banyo ya da masaj sahnesi önceleri yadırgandı. Ama yıllar içinde seyirciyle yarattığım bu mizansenler aracılığıyla daha kolay iletişim kurduğumu gördüm. Çünkü her şey hayatın içinden... Operanın da hayattan farkı yok. Operayı halkın davranış biçiminden, yemesinden, içmesinden, kullandığı teknolojiden soyutlayamayız.
- Sizinle ilgili araştırma yaparken hakkınızdaki bir yazıda ‘operayı sokağa taşıyan adam’ tanımlamasıyla karşılaştım. Bunun hikayesi nedir?
Cumhuriyet’in 80. yıldönümünde Kadıköy Belediyesi ile opera yönetiminin bir diyaloğu sonucu, benim ilk oyunlarımdan biri olan Pergolesi’nin intermezzosu ‘Hanım Olan Hizmetçi’, sokakta oynanan ilk opera olarak tarihe geçmiş oldu. Ben de bu oyun sonrasında ‘operayı sokağa taşıyan adam’ olarak anılmaya başlandım.
- Günümüz büyük şehirlerinde ya da sanatın ulaşabildiği diğer kentlerimizde sanata ve özellikle operaya bakışı değerlendirebilir misiniz?
Gişeleri takip ettiğinizde, tüm şehirlerde oyunlarımızın kapalı gişe oynandığı gerçeği ile karşılaşırsınız. Biletler haftalar öncesinden tükeniyor. Genç bir seyirci kitlemiz var. Türkiye’de bu önemli çok önemli bir gösterge. Yurt dışında salonlara baktığımda, 50-60 yaşlarında bir ortalama ile karşılaşıyorum. Dolayısıyla biz ülkemizdeki bu potansiyeli kullanırsak, gerçek opera seyircisini daha da eğitmiş olacağız. Gerçekten sıfırdan üretim yapacak, kreatif, kimseleri taklit etmeden 2.5-3 saatlik sahne prodüksiyonlarını seyirciyle buluşturacak, özgün, donanımlı, müzisyen, tiyatrocu, entelektüel yönetmenlere gereksinim var. O zaman ülkemizde sanata bakış açısının daha yüksek perdeden olacağını düşünüyorum. Pek çok kentte de operaya aynı yoğun ilgi var. Çok ilginçtir, Samsun Devlet Opera ve Balesi’nde ‘Sihirli Flüt’ü sahnelerken, prömiyer tarihi olarak Amadeus Mozart’ın doğum günü olan 27 Ocak’ı özellikle kurgulamıştım. Samsun halkının bu bilgiye ve prodüksiyona olan ilgisi zannederim ‘taşra’ denilen şehirlerde opera sanatına nasıl bakıldığının bir göstergesi olarak algılanabilir.
Yine Mersin’de sahnelediğim ‘Carmen’ ve ‘Macbeth’ senelerce oynadı. Bir şeyi inanarak yapıyorsanız, özgünseniz ve kimselere benzemiyorsanız, o zaman bu işten galip çıkmamanız için hiçbir sebep yok. Ben galip çıktım demek istemiyorum. Asla böyle bir iddiam yok ama bunun bir ideoloji olması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. O zaman sahne sanatlarında da çok daha başarılı işler çıkaracağımızı düşünüyorum. Bu anlamda Türkiye’de sahne sanatlarına ilgide müthiş bir patlama var.