Can Sarıçoban ‘Düşler ve Hiçlik’ adlı ilk kitabıyla okuyucuyu 'uzaklardaki bir geçmiş ve gelecek' arasına sıkışmış gencecik bir delikanlının gözünden, kimi zaman neşeyle, kimi zaman hüzünle, kimi zaman da nefesini tutarak eşlik edeceği eşsiz, ömre bedel bir yolculuğa çıkarıyor. Kitabın hikayesini ve hayatına dair diğer detayları kendisiyle konuştuk...
- ‘Düşler ve Hiçlik’ adlı kitabınızdan bahsedelim öncelikle... Hikayesi ve sizin için ifade ettikleri neler?
Aslında birçok şeyi aynı anda ifade ediyor diyebilirim. Uzun yıllar yaşadığım farklı ülkeler ve farklı şehirlerde düzenli olarak günlük tutmayı ihmal etmedim. Bunlardan yola çıkarak bir hikaye oluşturmak ve onları değerlendirmek istiyor, bir yandan da o yıllardaki ruh halinden tamamıyla kurtulmak, bir nevi zehri atmak istiyordum. Elbette geçmişte yazdıklarım, yalnızca yola çıkış noktaları oldu sonrasında hikaye bambaşka yerlere evirildi. İkinci olarak ise bir kitabı baştan sona yazma disiplinini elde etmek, bunu pratiğe dökmek istiyordum. Yıllardır buna içten içe bir karar vermiştim ve bu kararı geciktirmiş olmak beni huzursuz ediyordu. Son olarak da gelecekte yeniden yazmam gerekirse artık bu konuda daha yüksek bir motivasyon ve özgüven sahibi olduğumdan işlerin daha kolay olacağını düşünüyorum. Bunlar elbette rasyonel açıdan baktığımda karşıma çıkan cevaplar. Bunun dışından kitabı okuyanlardan aldığım geri dönüşler daha önemli oldu benim için. Genel olarak sürükleyici ve etkileyici bir hikaye yapısı olduğundan ve kitap bittiğinde kendilerinde duygusal olarak güçlü bir yer edindiğinden bahsedildi. Bunlar da sevindirici elbette.
- Kitabın baş kahramanı Atilla ile tanışma ve onu yazma hissiniz nasıl oluştu?
Romandaki anlatıcı ve Atilla tamamen hayali karakterler olsa da onları oluştururken hem geçmiş deneyimlerimden hem de çevremdeki insanlardan yararlandım. Bunlara çeşitli eklemeler yaptım. Bir tür sentezin soncunda ortaya çıktılar. Günümüzde şehirli; yetiştirme tarzına bağlı olarak, hem zayıf kalmış karakterleri, hem de kötücül özelliklerin ön plana çıkmış karakterleri, abartma sanatı kullanarak somutlaştırdım diyebilirim.
- Kitabınızda kaleme aldığınız kaybolma ve kendini arama duygusu yaşadınız mı?
Tam olarak romandaki baş karakter şeklinde olmamakla birlikte, elbette hayatımın belirli bir döneminde, özellikle de yirmili yaşlarımın başlarına kadarki yıllarda, kaybolma ve kendini arama duygusunu kesinlikle yaşadığımı söyleyebilirim. Bunun can yakıcı olduğu kadar sonraki yıllarım için son derece yararlı olduğu da bir gerçek. Bir süre için her şeyden uzaklaşarak hayatınız üzerine düşündüğünüzde ve bunları yazılı hale geçirdiğinizde, gelecek üzerine bir tür içgüdüsel yol haritasını da çıkarmış oluyorsunuz. Yanlış karar verme olasılığınız azalıyor, güdüleriniz ve mantığınız daha az çelişir bir hal alıyor.
- Hem bir sanatçı, hem de bir yazar olarak evrendeki görevinizin ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Kendimi sürekli olarak geliştirmek ve daha fazlasını öğrenmek için elimden geleni yapıyorum. Kendimi asla yeterli görmeksizin hem akademik hem de entelektüel olarak ilerlemek için çaba sarf ediyorum. Elbette, ‘Ben kimim ve neden buradayım?’ sorusunun cevabını kesin olarak asla bilemeyeceğiz. Belki hayatta ne kadar ilerlersek ilerleyelim, bu muğlak sorunun cevapsızlığı bazen moralimizi bozacak. Çünkü bunun etkisine çok girecek olursanız, hiçbir şey hakkında fikir sahibi olmamak ile çok şey bilmek arasında hiçbir farkın olmadığını düşünme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Bu nihilist bakış açısını yok saymanın en büyük ilacı bir tür ödev edinmeniz. Kendimi sürekli geliştirmeye çaba sarf ederek ve çevremi de beslemeye özen göstererek, daha doğrusu yararlı işler yaparak ve yararlı hazların peşinden koşarak kendi yarattığım ödevleri yerine getirmeye çalışıyorum. Gelecekte de bu yönde eserler bırakmak en büyük hayalim.
- Siz aynı zamanda bir fotoğrafçı olarak tanınmış bir isimsiniz. Fotoğraf çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
Fotoğraf üzerine yüksek lisansımın ardından bir süre Paris Moda Haftası’nda fotoğrafçı olarak çalıştım. Ayrıca farklı konser ve etkinliklerde fotoğrafçılık deneyimlerim oldu. Ancak Fine-Art fotoğraf dünyasına girişim, 2013’te Paris’teki ilk sergimle başladı. Çevre banliyölerindeki parklar ve ormanlarda çektiğim fotoğraflardan oluşan ilk sergim ‘Le Paysage De La Solitude’ oldu. Ardından Doğu Karadeniz’de çektiğim fotoğraflardan oluşan ikinci sergimi yine Paris’te gerçekleştirdim. 2014’ün sonunda İstanbul’a dönüş yaptıktan sonra ise Gama Galeri ile anlaştım ve her sene en az bir solo sergi projesi yapmaya gayret gösterdim. Yıllar içerisinde işlerim, klasik peyzaj fotoğraflarından siyah-beyaz portrelere oradan da daha renkli, post modern öğeler içeren işlere doğru bir evriliş sergiledi. Biçimsel olarak farklılaşmalarına rağmen ortak bir auraya sahip olduklarını düşünüyorum.
- Ayrıca kişisel sergileriniz de devam ediyor mu?
Bu sene Ekim ayının başında sekizinci solo projemi sergileyeceğim. Çekimlere en kısa zamanda başlamayı planlıyorum. Doğayı ve insan bedenlerini bir araya getirmeyi düşünüyorum. Bu kez yapı bozumdan biraz olsun dönüş yapıp, yeniden modern fotoğrafa yakın olacağımı zannediyorum.