Deniz Uzunoğlu'nun ilk kitabı Barbarossa-Denizin Çocukları, Matrix'in yapımcıları tarafından Hollywod filmi olarak beyazperdeye aktarılıyor. Uzun metraj film projesi olarak yola çıkılan bir hikaye Barbarossa -Denizin Çocukları. Yazar Deniz Uzunoğlu'nun, kitabın filme dönüşmesinden çok, hayalini kurduğu filmin kitabını yazmayı istemesiyle kaleme aldığı bir hikaye. Yakın zamanda Hollywood filmi olarak izleyeceğimiz kitabını Deniz Uzunoğlu ile konuştuk.
- Barbarossa Deniz'in Çocukları'nın Hollywood yolunda olduğunu duyduk. Bu konu öncesinde kitabınız hakkında bilgi almak istiyoruz. Kitabı yazma fikri nasıl doğdu? Nasıl bir süreçti?
2004 senesinin Mayıs ayında sinemalara gelen Troy filmini seyrememle başladı her şey. Homeros’un ünlü Truva Savaşı destanı Wolfgang Petersen yönetmenliğinde beyazperdeye aktarılmıştı. Perde beyazdı beyaz olmasına ancak film adeta altından yapılmışçasına ışıldıyordu. Kamaşmış gözlerle inceliyordum tüm o kostümleri, dekorları. Çok emek harcanmış Truva’nın ihtişamı hakkıyla serilmişti seyircinin gözlerinin önüne. Helen ile Paris’in aşkı bahanesiyle yıkılan, yerle bir edilen bir şehrin hikayesi… Dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış bu coğrafyada vuku bulmuş yüzbinlerce hikayeden sadece biri… Daha çarpıcı hikayeleri mutlaka olmalıydı Akdeniz’in, biraz araştırıp ortaya çıkarmak lazımdı. Fenikelilerden girdim, Barbaros Hayrettin Paşa’dan çıktım. Küçücük bir ticaret teknesi ile başlayıp Osmanlı Kaptan-ı Deryalığına kadar yükselen, Hristiyan Avrupasında çok derin izler bırakan Barbarossa’nın hayatı büyük bir prodüksiyona konu olabilmek için biçilmiş kaftandı. Birinin eline kalemi alıp senaryolaştırması gerekiyordu yalnızca. Kısacası ben aslında bir film yazdım, edebiyat dünyası ona roman dedi.
- Kitabınızda tarihten pek çok karakter bir arada. Böylesi güçlü karakterleri bir araya getirmek zor olmadı mı? Farklı yıllar, farklı karakterler, farklı kültürler? Onları aynı hikayede buluşturmak nereden aklınıza geldi?
Karakterleri bir araya getirmek zor olmadı çünkü karakterlerin hepsi aynı yıllarda yaşamış ve belli dönemlerde yolları kesişmiş karakterler aslında. Biz tarihi hep parça parça öğreniyoruz. Christopher Columbus’un İspanyol Monarkların sağladığı finansman ile Amerika kıtasına yolculuklar yaptığını da, Endülüs devletinin yıkılmasıyla birlikte o topraklardan kovulan Yahudi ve Müslümanların Kemal ve Piri Reislerin tekneleriyle Osmanlı topraklarına taşındığını da biliyoruz. Ancak birini Avrupa tarihi diğerini ise Osmanlı tarihi olarak inceliyoruz. Oysa tarihe bir bütünlük içinde baktığımızda, aynı dönemde, aynı coğrafyanın denizlerinde yelken açmış tarihin en ünlü iki denizci ve kartoğrafyacısının bir araya gelmiş olma ihtimalinin değil, birbirleri ile hiç bir ilişki kurmamış, birbirlerinden bihaber olmaları ihtimalinin bizi şaşırtması gerekir. Aynı durum Leonardo da Vinci ve Niccolo Machiavelli için de geçerli. Dönemin en önemli sanatçı ve bilim adamlarından biri olarak kabul edilen Leonarda da Vinci’nin aynı zamanda Papa’nın oğlu Cesare Borgia için bir askeri stratejist olarak çalıştığını düşünürsek bu ikilinin aynı sofrada buluşmalarına şaşmamak gerek. Cervantes ise bizler için yalnızca Don Kişot’un yazarı. Hayatının önemli bir kısmında bir askerlik yaptığından, İnebahtı Deniz Savaşı’nda Osmanlı donanmasına karşı savaşırken yaralandığından, daha sonra ise beş yılını Cezayir’de esir olarak geçirdiğinden çoğumuzun haberi yok. O sebeple benim için zor olan bu karakterleri hikayemde bir araya getirmek değil; onların biraraya gelişlerinin hikayesini yazarken zaman ve mekan gibi tarihsel gerçeklere mümkün olduğunca sadık kalmaya çalışmak oldu.
- Kitaptaki karakterler tarihten seçilmiş. Kurgu ve yaşanmışlıklar ne ölçüde?
Bahsettiğim olayların yüzde doksanbeşi için gerçek olaylar diyebilirim. Tabii kitap için yaptığım uzun soluklu araştırmalarda karşıma çıkan bilgilerin de yüzde yüz doğruluğunu savunmak pek mümkün değil, sonuçta beşyüz sene öncesini inceliyoruz. Ama tarihin kabul ettiği, “bu böyle olmuştur” dediği olayları kitabımda sinematografik bir kurgu içerisinde işlediğimi söylersem sanırım yanlış olmaz. Geri kalan yüzde beşe gelince, birbirine çok yaklaşan, ancak birleşip birleşmemiş olduğu kimse tarafından bilinmeyen uçların benim hayal gücümle birleştirilmesi olarak bakılabilir. Sonuçta bu tarihte bir dönemi konu alan bir kurgu roman, akademik amaçlarla yazılmış bir kitap değil. Ancak okuyucu bir yandan kitabı okurken bir yandan da merak edip araştırırsa anlatılan olayların gerçeklik yüzdesine şaşıracaktır.
- Barbaros Hayrettin, Cervantes, William Shakespeare ve Felipa. Sizin karakterleriniz sizin anlatımınız. Kendinizi en çok hangi karaktere daha yakın hissediyorsunuz?
Kitabı okuyanlar arasında beni tanıyanlar özellikle atlara olan ilgi ve sevgisinden dolayı beni hemen Felipa ile özdeşleştiriyorlar. Oysa bu kitabı yazarken benim kendimi en yakın hisssettiğim karakter Cervantes oldu. Elbette ki karakterlerin hepsinde benden bir parça var. Örnek vermem gerekirse, İngiltere’de bir komedi yazarı olarak isim yaptığı bir dönemde kalkıp İspanya’ya Cervantes’i ziyarete gelen genç Shakespeare’i bu yolculuğa iten içindeki o arayış, o merak ve bilgiye susamışlık; Felipa’nın dikbaşlılığının altında yatan özgürlüğüne aşırı düşkünlük, başına gelen olaylara verdiği zaman zaman ani ve isyankar tepkiler; Hızır’ın hayata hep umutla bakma çabası; Oruç’un neşeli ama bir o kadar da inatçı ve dediğim dedik karakteri… tüm bunların benim kişiliğimin kitaptaki karakterler üzerindeki belli belirsiz yansımaları olduğu söylenebilir. Ancak Cervantes’e baktığınızda tüm karakterlerin, hikayenin ve hatta hayatın kendisinin üzerinde yükselen, sorgulayan ama yargılamayan, sadece anlamaya, anlamlandırmaya çalışan bir kişilik görüyorsunuz. Biraz yaşadığı zorluklarla dolu hayattan, çokça da yaşının getirdiği olgunluktan kaynaklı sakinlikle kendininkiler de dahil olmak üzere her inanca, her fikre eşit mesafede durarak büyük resmi görmeye çabalayan bir yazar. İlk başlarda böyle bir karakterin giysilerinin bana bir kaç beden büyük geleceği endişesini yaşamadım diyemem, ancak Cervantes’e sözcükler seçmeye, tüm hikayeyi onun diliyle anlatmaya çalışmak benim bakış açımı öylesine genişletti ki son satırları yazarken ikimizin artık aynı bedende olduğunu hissediyordum.
- Kitapta büyük bir aşk var. Felipa ve Barbaros Hayrettin aşkı... Aşk size neyi ifade ediyor?
Birbirlerini çok da iyi tanımayan iki insanın aşkı aslında Felipa ve Hızır’ınki. Juliet’in Romeo’ya aşkını tasviri gibi: “Daha yüz söz bile içmemişken ağzından kulaklarım…” Oluşmak için zamana, mekana, sebeplere ihtiyacı olmayan türden bir aşk. Nedenini sorsalar kolay açıklayamayacağınız türden bir aşk… Hani “aşık olmak” değildir ya onun aslı, “aşka düşmek”tir tüm dillerde, işte böyle bir aşk Felipa ve Hızır’ın aşkı. Yaşamaya ve savaşmaya devam edebilmeleri için adeta başlarına gelen şey “aşk” bu kitapta. Yaşamak isteyeceğiniz türden bir aşk değil kısacası. Bir güzel an için, aylarca yıllarca hasretinde yaşadığınız bir aşk. Bir çok insan hem fikirdir aşkın ızdırapla kolkola dolaştığına, çünkü çoğunlukla yokluğunda hissetiklerine odaklanırlar. Ama bence aşk aynı zamanda yaşam sevincidir, atan nabızdır, nefestir. Kitapta da dediğim gibi, dört yapraklı yonca gibidir, hissettiğinde şanslı olduğunu bilmelisindir. Çünkü aslında sevgili değildir aşka sebep, senin sevmeyi becerebilen güzel kalbindir. Sevgili nesnedir aşkta, sense gerçek öznesindir.
- Kitabın bir üçlemenin ilki olduğunu söylüyorsunuz. Diğer ikisi için nasıl bir çalışma süreci var önünüzde? Karakterler aynı mı?
Evet kitap bir üçlemenin ilki, çünkü hikaye aslında 1538 yılında Osmanlı ve Haçlı donanmalarının karşı karşıya geldiği Preveze Deniz Savaşı ile sonlanıyor. Üçleme diye başlamamış olsam da ilerledikçe bu kadar önemli olay ve karakterlerle dolu ve aslında oldukça da uzun bir sürece yayılmış bir hikayeyi üçleme olarak yazmanın okuyucu için de daha iyi olacağını düşündüm. Amaç elbette ki 16.yy’da bu coğrafyada neler yaşandığını okuyucuya aktarmak olsa da, okuyucunun sinema filmi seyrediyormuş hissini koruyabilmek birinci önceliğim her zaman. Karakterlere gelince, değişen karakterler tabii ki var. Çünkü öncelikle hayatını kaybeden karakterler var. Ancak hayatını kaybedenlerin yerine hikayeye dahil olacak karakterlerin en az birinci kitaptaki kadar tarihe iz bırakmış isimler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yavuz Sultan Selim’in yerine tahta geçen Kanuni Sultan Süleyman gibi…
- Gelelim kitabın sinema filmi olma hikayesine. Hollywood yapımı bir film olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Matrix'in yapımcıları ile sözleşme imzaladınız. Hollywood yolculuğu nasıl başladı?
Barbarossa, aslında uzun metraj bir film projesi olarak başladı. O sebeple kitabın filme dönüşmesinden çok, hayalini kurduğum filmin önce kitabını yazmak istedim demem belki de daha doğru. Bugüne kadar sinematografik olarak işlenmemiş; Yüzüklerin Efendisi, Cennetin Krallığı ya da Truva gibi büyük bir prodüksiyona henüz konu olmamış, ancak yapıldığında en az onlar kadar hareketli, sürükleyici ve görsel olarak zengin olabilecek bir hikaye Akdeniz Korsanlarının hikayesi… Matrix üçlemesinin yapımcısı sevgili Matthew Ferro da bu konuda bizimle hemfikir olunca güzel bir birlikteliği temelleri atıldı diyebilirim.
- Oyuncu seçimi ve yönetmen konusunda isim verebiliyor musunuz?
Şimdilik isimlerini veremesem de hem düşündüğümüz hem görüşmeler yaptığımız yönetmen ve oyuncular var.
- Filmin çekimlerine ne zaman başlanacak?
Filmin anlaşmaları yapıldı ve çalışmalar başladı ancak bu boyutta bir prodüksiyonun izleyicinin beğenisine hazır hale gelmesi için beş yıllık bir süreçten bahsediyoruz. Kitabın senaryoya uyarlanması, çekimlerin gerçekleşeceği ülkelerin, mekanların tespit edilmesi, oyuncuların belirlenmesi, filmi kimin yöneteceğine karar verilmesi, setlerin, dekorların tasarlanması... Kısacası “Action” demeye daha nereden baksanız iki buçuk üç senemiz var.
- Filmin çekim aşamasında siz ne derece etkin olacaksınız? Sadece hikayenin yazarı olarak mı kalacaksınız?
Yazdığınız kitap beyaz filme aktarılacağı zaman sadece hikayeyi verip çekilme şansınız zaten olmuyor. Bu ne benim ne de yapımcıların tercihi olur. Hikayenin sahibi olmak demek hikaye hakkında en derin araştırmaları yapmış, en detaylı bilgiye sahip olan kişi demek olunca yönetmenin ihtiyacı olan her yerde etkin olmak durumundasınız. Ayrıca oyuncu seçimlerinden tutun, çekimlerin hangi lokasyonlarda yapılacağının belirlenmesine, kostümünden dekorlara kadar sürecin tamamında olmak demek bir sinema okulunda geçecek bir dört sene demek. Ve hocalarımın bu sektöre yıllarca emek vermis dünyaca ünlü isimler olduğunu düşünürsek bunun benim için gerçek anlamda bulunmaz bir fırsat olduğunu söylemek yanlış olmaz.
- Son olarak, Türk bir yazarla Amerikalı bir yapım şirketinin ilk kez ortak bir yapıma imza atacakları bir Hollywood yapımı diyebilir miyiz Denizin Çocukları için?
Sanırım diyebiliriz. Bu çapta başka bir yapıt üzerinde çalışılıyor mu bilemiyorum ancak Barbarossa, Denizin Çocukları batı ile yakınlaşmamız adına da etkili bir misyon yüklenmiş olacak. Biliyorsunuz Hollywood ciddi anlamda konu sıkıntısı çekmekte. Belki de bundan sonra bizim konularımızla daha yakından ilgilenirler ki bu da Türk sineması için oldukça önemli bir adım olur.