Bu hafta sizlere Kazı (The Dig) filminden bahsetmek istiyorum. Yönetmenliğini Simon Stone’un yaptığı 2021 Netflix yapımı filmin senaryosu da Moira Buffini’ye ait. Gerçek bir hikayeden yola çıkılarak çekilen filmde, somut ve soyut anlamlar mevcut. Evet, arkeolojik bir kazı konu ediliyor ancak bu kazı aslında insanın iç dünyasına yapılan bir kazı niteliğinde. Biz film boyunca yapılan kazıyla birlikte bilgilerin tamamlanmasını ve birtakım konuların aydınlığa kavuşmasını izliyoruz. Tabii bir kazı süreci devam ederken de etrafında gelişen olaylar da mevcut. Filmin ana karakteri Basil Brown (Ralph Fiennes), kazıyı yaparken aynı zamanda bizleri içsel bir yolculuğa çıkartıyor.
Gerçek bir hikayeden ve John Preston’un aynı adlı romanından uyarlanan filmde, II. Dünya Savaşı öncesi dönemden bahsediliyor. II. Dünya Savaşı yaklaşırken zengin bir dul olan Edith Pretty (Carey Mulligan), yıllarca dokunulmayan kendilerine ait bir mezarlık alanında kazı yaptırmak istiyor. Bu iş için de bir arkeolog arayışına giriyor ve Basil Brown ile anlaşıyor. Tabii bu anlaşma öyle hemen olmuyor. Edith Pretty’nin teklif ettiği ücreti kabul etmeyen Basil Brown, Pretty’nin yaptığı ikinci teklifi dönüş yolunda kabul ederek kazıya başlama kararı alıyor. Aslında paradoksal bir durumla karşı karşıya kalıyoruz filmde; bir savaş yaklaşırken ve belki bütün yok ediciliği ile geliyorken, bir kazının başlatılarak belki de savaşın tamamen ortadan kaldıracağı geçmişi aramak.
Filmde evet fiili olarak bir kazıdan bahsediliyor ancak aslında bu kazı, insana bir kazı. İnsanın yaşantısına, geçmişine, iç dünyasına bir kazı. Kazıda Brown sadece toprağı kazmıyor, aynı zamanda insanı kazıyor. Bize filmi izlerken bir hiç olduğumuzu yeniden hatırlatıyor. İnsanın yerin altında tek bir parçası bile kalmazken, geçmiş dönemlerde yaşayan insanlara ait parçalar aranıyor kazıda… Aslında o aranan her bir parçada biz de karanlık yanlarımızı aydınlığa kavuşturuyoruz.
Filmin geçtiği dönem II. Dünya Savaşı öncesi, tabii ki genel olarak konu bu değil ancak kazı esnasında geçen savaş uçaklarıyla savaş bir yandan göz ardı edilmemeye çalışılmış. Kazı devam ederken, Edith Pretty, arazisinden Viking dönemine ait kalıntılar çıkacağını düşünüyor ancak alaylı arkeolog Brown, o bölgeden Anglosakson’lara ait kalıntılar çıkabileceğini söylüyor ve nitekim de öyle oluyor. Kazı ilerledikçe kazıdan Anglosakson’lara ait bir gemi mezarlığı çıkıyor. Geçmişte yağmacı ve takasçı oldukları düşünülen Anglosakson’ların haliyle bir sürü de ganimetleri olduğu tahmin ediliyor ve bu ganimetler de kazı süresince bir bir çıkarılıyor. Durum böyle olunca tabii ki Britanya hükümeti boş durmuyor ve resmi görevlisi Charles’ı (Ken Stott), beraberinde bir grupla kazı alanına gönderiyor. Britanya hükümeti arkeoloğu Charles, Brown’u ekarte etmeye çalışıyor ancak Pretty devreye girerek bunun olmasına izin vermiyor.
Kazı devam ederken kazının etrafındaki insan trajedileri de dikkat çekiyor. Kazı boyunca etrafında gelişen durumlara da tanıklık ediyoruz. Edith Pretty’nin sağlık sorunları zaman zaman kazının önüne geçiyor. Hatta kazının yapılmasını isteyen Pretty’nin bazen kazıyla hiç ilgisi olmadığını da görüyoruz. Zaman zaman kazıdan uzaklaşıyor, ilgilenmiyor ve tedavi için ara ara evden ayrılıyor. Bu sahneler çok uzun tutulduğu için de filmin konusunu biraz dağıtıyor.
Filmde birtakım sahneler bize bazı şeyleri sorgulatıyor. Karakterlerle özdeşleşiyoruz. Kendimizi onların yerine koyuyor, bağ kuruyoruz. Örneğin, Edith Pretty yine bir gün doktor kontrolü için Londra’ya gidiyor ve artık hastalığının çaresiz olduğunu öğreniyor. Eve dönerken, yol boyunca savaşa hazırlanan Londra’yı ve insanları gözlemliyor. İşte o noktada aslında kendi hayatını sorguluyor ve karakterin iç dünyasına dönüyoruz. Hastalığının çaresiz olduğunu öğrenmesi, oğlu için duyduğu gelecek kaygısı ve bir yandan da aslında kendisi için çok da önemi olmayan yaklaşan bir savaş… Plan boyunca Edith insanları izleyerek çaresizliğiyle yüzleşiyor. Bir yandan da kendisi için belirsiz bir süreç var önünde, tıpkı ülkenin içinde bulunduğu durum gibi. Aslında savaşın yaklaştığı Londra’yı izlerken, kendisini şehre benzetiyor. Önünde bir engel var; kendisi için hastalığı, şehir için ise yaklaşmakta olan savaş.
Daha önce de belirttiğim üzere Edith Pretty’nin zaman zaman kazıdan uzaklaşması kopukluğa neden olabiliyor. Edith’in kazıya ilk başlarda o kadar hevesli oluşu sonrasında ise ara ara uzaklaşmasına anlam veremiyoruz. Hastalığından dolayı evet ancak kazı onun hayatının amacı noktasında, bu kadar da karakteri amacından uzaklaştırmak gereksiz gibi geldi bana. Basil Brown, kazı esnasında gemi içindeki mezar odasını bulduğunu haber vermek üzere heyecanla Edith’in yanına koşuyor. Ancak beklemediği bir tepkiyle karşılaşıyor, eve alınmıyor. Sonrasında ise gizli gizli eve girerek Edith ile görüşmeyi başarıyor. Bu gibi sahnelerle olay örgüsünün yoğunluğundan uzaklaştırılmak çok da mantıklı değil. Mesela başka bir sahnede Edith kazıyı Britanya arkeologlarına devrediyor ve bir nevi tek başına kazının sorumluluğunu üzerine almaktan vazgeçiyor. Bir yanda işine bağlı alaylı bir arkeolog bir yanda ise hastalığının etkisiyle hayalinden vazgeçen Edith. Gece oluyor ve Edith’i yatağında düşünürken görüyoruz, Brown’u ise kazının üzerinde yatarken… Bu art arda gelen iki sahneyi oldukça sevdim. Bir yandan vazgeçiş bir yandan da tutkuyla bağlanışın mükemmel tasvirine şahit oluyoruz.
Film boyunca kazı devam ederken insanların hayatlarına da dokunulduğunu, aslında filmdeki kazının insanın derinliklerine yapılan bir kazı olduğunu söylemiştim. Ana olayın yanı sıra yan olaylarla diğer karakterlerin dünyalarına da giriyoruz. İnsanlık dersleri çıkarıyoruz, ilişkileri sorguluyoruz, karakterlerle özdeşleşiyoruz. Britanya resmi görevlisi Charles’ın, kazıya geldiğinde Brown’ın kazıdaki hâkimiyetini yıkmaya çalışması, ukalalığı ve kabalığı Brown’ın kazıya karşı inancını yitirmesine ve kazı sonunda adının hiç geçmeyeceği düşüncesine kapılmasına neden oluyor. Ancak sonunda tam tersi oluyor ve kazı bittiğinde Edith tarafından kazıyı gerçekleştiren arkeolog olarak tabir ediliyor. Charles karakterine baktığımızda aslında kazı gerçekleşirken kazıda çalışan diğer kişileri de çıkarı doğrultusunda kullandığını görüyoruz. Kazı bölgesi hassas olduğu için hafif sıklet çalışacak arkeolog gerekiyor ve Peggy’i (Lily James) (kazıda çalışan başka bir görevlinin eşi) bu iş için kazıya getiriyorlar. İlk başta deneyimleri ve başarılı bulunduğu için kazıya getirildiğini düşünen Peggy, durumun aslında öyle olmadığını ve zayıf bir yapıya sahip olduğu için kazıya çağrıldığını Charles’ın ağzından dürüst olmayan bir şekilde duyuyor. Yine bir karakterin hayal kırıklığını sorgulamaya başlıyoruz. Başka bir sahnede ise Peggy kazı yaparken ayağı bir anda toprağa saplanıyor ve o anda herkes eşi de dahil olmak üzere Peggy yerine gemi kalıntısı için endişeleniyorlar. Sadece Brown, Peggy’in bir şeyi olup olmadığını merak ediyor ve onunla ilgileniyor. İşte bu noktada daha önce de yazdığım gibi insanlığı sorguluyoruz.
Kazıda çalışan bir diğer kişi Edith’in kuzeni Rory (Johnny Flynn), askeriyeye kabul edilmiş ve çağrılmayı bekleyen bir fotoğrafçı. Kazı esnasında bir askeri helikopter kazının yakınındaki göle düşüyor ve Rory göle dalarak askeri kurtarmaya çalışıyor ancak askerin cesedini çıkarıyor. Bu olay sonrasında Rory, kendi geleceğini sorguluyor ve kuzeni Edith tarafından o asker gibi ölüme gideceği konusunda sürekli uyarılıyor ancak Rory de hedefleri doğrultusunda ilerleyen biri ve onu bu yoldan çevirmek mümkün olmuyor. Burada Rory’nin göle dalıp o derinlikte helikopterin içindeki askerin cesedini tek başına çıkarması film de olsa inandırıcı gelmedi. Bir takım mesajları vermek için böyle sahnelere gerek yok. Dramatik yapıda kuvvetli etkiler bırakmamız gerekir, boşluklar değil. Bazı sahneler mantık çerçevesine oturtulmazsa seyirci sahneden uzaklaşır. Rory’nin Peggy ile yakınlaşması da kazının etrafındaki başka bir yan hikaye. Eşinden ilgi göremeyen Peggy, kendiyle hesaplaşıyor, çelişiyor, mücadele ediyor. Kazı devam ederken Rory ve Peggy arasındaki yakınlaşmaya da şahit oluyoruz. Peggy ve Rory arasındaki bir konuşmada ise aslında filmin en önemli cümlesini duyuyoruz; ‘Bin küsür yıl böyle gelip geçiyorsa bizden geriye ne kalacak? Bütün filmi anlatan cümle bence bu.
Edith’in oğlu küçük Robert (Archie Barnes) ise annesinin hastalığının gölgesinde büyüyen ve çocuk dünyasındaki hayallerinin peşinden koşan bir çocuk. Film boyunca bir çocuğun yapması gerekenleri yapan, olağan davranışların içinde bulanan Robert’ın filmin sonuna yaklaştığımızda iç dünyasını dışa vurduğunu görüyoruz. Babası ölürken annesini ona emanet ettiğini ve annesinin ilerleyen hastalığı yüzünden de kendisini suçladığını görüyoruz. Bu dışavurumu Brown ile bir duygu patlaması sonucunda yaptığını görüyoruz.
Bu sahneler akıp giderken savaş sürekli hatırlatılıyor. Sahnelerde zaman zaman savaş uçaklarının geçtiğini görüyoruz. Her savaş uçağı geçtiğinde de karakterler uçakların geçişini izleyerek ülkenin durumunu ve ne olacağını sorguluyor.
Filme teknik anlamda baktığımızda ise tam anlamıyla bir Nuri Bilge Ceylan sineması görüyoruz. Detay plan çekimlerle kar akterlerin yüzlerindeki dokulara yaklaşıyor, genel planlarda adeta bir tablonun içinde karakterlerin kaybolduğunu görüyoruz. Sinematografik tasarım açısından kompozisyonların oluşturulması filmin geçtiği döneme uygun. Unsurların çerçeveye yerleştirilmesi de özellikle üçte birler kuralı açısından yerinde. İzleyicinin dikkatinin çekilmesi istenilen unsurlara baktığımızda çerçevede dekardinal noktalarında yer aldığını görüyoruz. Netlik fluluk ayarları da filmde geçiş olarak kullanılmış. Genel olarak hareketli kamera kullanımından söz edemeyiz, kamera sabit. Bazı sahneler oldukça kısa tutulmuş, bence gerek yok. Filmde o sahneler kullanılmayabilirdi. Tek kelimelik mesajlar, mevcut sahnelerin içine yedirilebilirdi. Dramatik yapıya baktığımızda çok sayıda yan olay görüyoruz. Ana hikayeyi besleyen birden fazla yan hikaye mevcut, bunlar kazının etrafındaki insanların hikayeleri. Hepsi de izleyicinin algısını yükseltecek şekilde senaryonun unsurlarıyla beslenmiş.
Kazı filmini çevrimiçi olarak izleyebilirsiniz. Derin ve dingin bir film. Yazımı filmde geçen ve çok beğendiğim bir cümleyle bitirmek istiyorum. Bu cümle kazının etrafındaki insanların derinliklerine inerken aslında bizim de kendi içimizde birtakım şeyleri sorgulamamıza neden oluyor.
‘Mağara duvarına bırakılan ilk el izinden itibaren biz bir şeyin parçasıyız. Aslında ölmüyoruz.’
8/10
Sağlıkla kalın.