26.10.2018 - 01:30 | Son Güncellenme:
İhsan Dindar - İstanbul
Söyleşimize seni tanıyarak başlamak istiyorum. Tuğçe Tez bugünlere gelene kadar neler yaptı?
Tuğçe Tez küçük yaşta müziğe yönelmiş (yöneltilmiş) ve iyi bir klasik müzik eğitimi almış biri. 4-5 yaşlarında tamamen hobi olarak başlamış olduğum piyano benim önce Istanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı'na girmemi ardından Salzburg'da Mozarteum (2005-2007) ve Paris'de Ecole Normal de Musique Alfred Cortot'da (2007-2010) okumama neden oldu. Beni tanıyanlar bir konser piyanisti olacağımı düşünürken biraz ters köşe yaptım sanırım. 2008'den bu yana Londra bazlı dünyanın en büyük ajanslarından birinde menajerlik yapıyorum. Hatta kendimle hep dalga geçmişimdir, herhalde Istanbul Müzik Festivali'nde 'debut' (ilk konser) ve 'adieu' sünü (veda konseri) aynı konserde yapan yegane sanatçı ben olabilirim. Bugüne kadar menajerliğini yaptığım sanatçılar arasında Lorin Maazel, Barbara Hannigan, Hüseyin Sermet, Alice Sara Ott, Víkingur Ólafsson, Ksenija Sidorova ve henüz açıklamadığımız için seninle ismini paylaşamadığım beni çok heyecanlandıran iki yeni isim de ekleniyor! (Özellikle bir tanesini hem sen hem de Türkiye'deki klasik müzik takipcilerinin yakından tanıdığını söyleyebilirim) Bu saymış olduğum sanatçıların 'worldwide management'ini yaparken diğer taraftan da bir sürü farklı isimleri, orkestraları Türkiye'ye getirmeye, gördüğüm, deneyimlediğim şeyleri buradaki insanlarla paylaşmaya çalışıyorum.
Spesifik bir alanda, klasik müzikte dünya çapında sanatçıların menajerliğini üstleniyorsun? Bu süreç nasıl başladı?
Aslında herkes merak ediyor bu işe nerden başladım, nasıl buldum... Türkiye'den daha önce bu kadar spesifik bir alanda, bu kadar büyük ismlerle çalışan bir menajer çıkmamış. Benim de aklımda hayalini kurduğum birşey değildi. Herkesin bir gizli kahramanı vardır böyle hikayelerde...
Senin gizli kahramanın kim peki?
Benimkisi Yeşim Gürer Oymak! Hiç alakasız, beklenmedik bir zamanda beni Jasper Parrott ile tanıştırdı. Bir akşam ben hariç herkes iş seyahatinde.... kendimi Paris'te Yeşim ve Jasper'ın oturduğu bir masada buldum. O akşamın sonunda Jasper 'bu kadar müzik okumuşsun, dil biliyorsun ilgini çekerse yazın staj yapmaya gel' dedi. Ben de o zamana kadar Londra'yı hiç bilmiyorum. Tamam gelirim dedim.
Sonra....?
Sonra aradan birkaç ay geçti yazın ben 3 haftalık bir staja gittim. Şimdi geriye dönüp baktığımda 20li yaşlarımda çok cesurmuşum. O zamanlar Almancam var, Fransızca öğrenmek için her sabah erkenden kalkıp Sorbonne'a gidiyorum ama İngilizcem yok denecek kadar az.... Hayatımda ne bir iş başvurusu yapmışım, ne cv yazmışım hatta bir iş emaili nasıl yazılır bilmiyorum. Ofise geldim biri Avustralya aksanı ile konuşuyor ben hiçbirşey anlamıyorum. Sanıyorum ki herkes Jasper Parrott gibi Oxbridge ingilizcesi ile yavaş ve sarih konuşacak.... Çok zorlandım tabii. Ama benim bir huyum vardır, nerede ne kadar zorlandığımı hiç kimseye hissettirmemeye çalışırım.
Bu 3 haftalık staj döneminde o güne kadar hayran olduğum (Maurizio Pollini, Krystian Zimerman, Vladimir Ashkenazy daha kimler kimler.... ) albümlerini milyonlarca kere dinlemiş olduğum sanatçıların konserlerine gitme fırsatı elde ettim, bu sanatçıların hayatlarının bir parçası olma fikri çok hoşuma gitti. Böylesine efsanevi isimlerin olduğu ortam beni çok heyecanlandırmıştı. Tamam dedim ben galiba bu ortamları sevdim, buralarda biraz dolanayım.
Staj döneminin sonuna gelirken Jasper ertesi gün Düsseldorf'a gideceğini söyleyip benimle vedalaşmaya geldiğinde, o seyahatin Deutsche Grammophon tarafından keşfedilen ve iyi bir management'a ihtiyacı olan piyanist Alice Sara Ott için olduğunu söyledi. Kulaklarıma inanamıştım... Alice benim 14 yaşından beri tanıdığım Salzburg'da Karl-Heinz Kammerling'in sınıfında birlikte okuduğum en yakın arkadaşımdı! O anda çılgınlar gibi sevindiğimi hatırlıyorum - on sene önceden bahsediyorum nasıl bir cürretle... Jasper mutlaka almalısın bu kızı. Benim en yakın arkadaşım o kız ve çok iyi! dediğimde, e hadi o zaman sen de benimle Düsseldorf'a gel seni benim yanımda görürse belki daha az çekinir benden dedi. O zamanlar ben 21, Alice 20 yaşında....
Alice Sara Ott gibi bugün kendi jenerasyonu içinde en çok konuşulan ve beğenilen bir sanatçıdan bahsediyorsun. Aynı anda HarrisonParrott'a girdiniz yani. Peki sen hemen onun menajerliğini mı üstlendin?
Aynı zamanda yıldızlar çakıştı gibi oldu evet. Belki benim oradaki varlığım onun diğer ajanslardan ziyade HP'yi tercih etmesine sebep oldu, belki onun varlığı benim bu işe daha sıcak bakmama neden oldu.... Öyle hemen menajer olunmuyor ben de herkes gibi asistanlıkla başladım işe. Alice'in o dönemlerde çok daha deneyimli birine ihtiyacı vardı ve dedik ki biz arkadaşlığımıza iş bulaştırmayalım.... Hemen başlamadık çalışmaya.
Sonra ne değişti peki?
Bir iki sene sonra Alice'in menajeri şirketten ayrıldı - o anda Tuğçe beni senden daha iyi tanıyan biri yok, deneyelim dedi.... öyle başladık. Ben herşeyi kendim için nasıl yapılmasını istiyorsam sanatçılarım için de aynısını yapmayı deniyorum. Onlar da bu durumdan çok mutlu oluyorlar tabii. Artist management - bu sektör içindeki en 'personal' (kişisel) iş bence. Yeri geliyor birlikte sıfırdan bir kariyer inşa ediyorsunuz, yeri geliyor psikologluk yapıyorsunuz....
Çok erken başlamışsın kariyerine ve bu on seneye çok şey sığdırmışssın...
Evet biraz öyle oldu. Erken kalkan yol alır misali.... herşeyi herşeyi yaptım ama. Pollini'ye resital öncesinde olmazsa olmazı espressolarını dışardan koşa koşa taşımamdan tut, sanatçının konserde ne giyeceğine dair stil danışmanlığına, Jasper Parrott'ın sekreterinin İngiltere'de mecburi vatandaşlık görevi olan mahkemelerde jürilik yaptığı dönemde (zavallı kadıncağız bir cinayet davasına denk gelmişti!) altı ay boyunca Jasper'ın sağ kolu olmaya kadar. Zaten ne öğrendiysem o altı ayda öğrendim. Telefon çalardı bilmem ne orkestrasının bilmem kim yöneticisi..... orkestrayı bilmiyorum adamın adını yakalayamıyorum, ne duyduysam okunuşunu not ederdim sonra bütün adres defterinden doğru kişiyi bulana kadar araştır.... işte o 6 ayda sektörde kim var kim yok hepsini hatmetmiştim....
Çalışacağınız isimler konusunda mutlaka göz önünde bulundurduğunuz kriterler var mı?
Bi kere bu işi yapmaya başladığımdan beri müziğe bakış açım, sanatçıları değerlendirişim çok değişti. Eskiden sadece kendi zevkimi savunurdum. Şimdi farklı yaklaşımları anlamaya odaklı dinliyorum veya izliyorum. Yargı kavramımı bu on senede çok değiştirdim sanırım. Birlikte çalıştığım sanatçılara karar verirken uzun soluklu düşünmem ve iç sesimi dinlemem gerekiyor... Artistik vizyonlarını onlar kadar net sindirebiliyor muyum çünkü onun avukatlığını ben yapacağım ve en kritik soru ben bu sanatçıyla uzun yıllar yapabilir miyim .... Neredeyse evlilik gibi. 7/24 ulaşılabilirim onlar için .... Mutlu olsalar beni ararlar, depresyonda olsalar yine beni ....
Bu isimlerin konser takvimlerinde Türkiye de yer alıyor mu? Bugüne kadar kimleri izledik? Bundan sonra yakın dönemde kimleri göreceğiz?
Birlikte çalışayım çalışmayayım bütün sanatçılara Türkiye'ye gelmeleri gerektiğini söylüyorum. Çünkü bu ülke çok güzel bir ülke ve gelen hiçkimsenin pişman olarak döndüğünü görmedim. Daha yakın ilişkilerimin olduğu tüm sanaçıları buraya getirmeye bizzat çalışıyorum. Türkiye'ye getirdiğim isimlerin listesi çok uzun ama bazıları; Alice Sara Ott, Víkingur Ólafsson, Ksenija Sidorova, Vladimir Ashkenazy, Londra Oda Orkestrası, Viyana Senfoni Orkestrası, geçtiğimiz Temmuz Istanbul Opera Festivali'ne gelen La Traviata prodüksiyonu daha birçok isim ve proje....
Sizce klasik müziğe Türkiye’de ilgi nasıl? Örneğin Batı ile kıyaslayacak olursanız neler söyleyebilirsiniz?
Bence Türkiye'deki klasik müzik izleyici kitlemiz harika! Avrupa'da gittiğim bütün konserlerde yaş ortalaması 70+ ! Sanki salonun içi karla kaplı beyaz saçlardan (Gülüyor) Buradaki yaş ortalaması çok daha genç - bu çok hoşuma gidiyor. Ben konser seyircilerini hiç eleştirmem yeter ki insanlar konserlere gelsinler, çekinmesinler.
Bu işin bir de festival ayağı da var ve siz de geçtiğimiz yaz 14. Bodrum Müzik Festivali’nin başındaki isimdiniz. Bu konuda ilk sorum böyle bir festivali yürütmek nasıl bir duygu?
İlk defa başından sonuna bana ait olan bir program yaptım. Çok da gönülden yaptım. Doğuş Grubu 14 yıldan beri her sene daha da iyileştirerek müthiş özveri ile çok büyük yatırımlarla devam ettirdiği sosyal sorumluluk projesi olarak klasik müziği biletsiz veya çok cüzzi bilet fiyatlarına Bodrum'da tüm Türkiye'nin ve ülkemize gelen turistlerin ayağına getiriyor. Sonsuz saygı duyulacak ve takdir edilecek bir şey bu! Ben de elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım.
Türkiye’de bu tip festivalleri yeterli buluyor musunuz? Sizce ileriye dönük neler yapılabilir?
Ben genel olarak bir şey söylemek istiyorum, sanat kültür eğlence sektörü insanlık için oksijen / su kadar elzem. Dünyada yeteri kadar kötü şeyler oluyor hepimizin hayat sevincine ihtiyacımız var. Müziğin kesinlikle insan ruhunu iyileştiren ve besleyen bir şey olduğuna inanıyorum. Kardeşim iki sene önce Sydney'e taşındığında bana söylediği şey şuydu; hava sıcak evlerde klima açık- insanlar daha az enerji tüketsin ve aynı zamanda sosyalleşsin diye belediyeler parklarda konserler organize ediyorlar. Yeter ki insanlar boş zamanlarını açık havada kültür ve müzikle geçirsin diye.... Bir Avustralya olalım demiyorum ama bir kokteyl daha az içip veya iki t-shirt daha az alıp bir fazla konsere, tiyatroya, sinemaya gidelim...
Sanatçıların menajerliklerini üstlenmenin yanı sıra gelecekte festival çalışmalarına devam etmek istiyor musunuz?
Sanırım istiyorum çünkü tamamen iki farklı şapka! Beynimin iki farklı tarafını kullanmak zorunda kalıyorum. Bir tarafta sanatçıların açısından bakıyorsun , diğer tarafta hem dinleyici kitlenin hem de promoter gözünden. Bir dünyayı 360 derece görüş ve öğrenme imkanı. Hayatta sıkılmaktan hep korkmuşumdur, ilgimi kaybettiğim anda neredeyse yaşam sevincimi kaybetmiş gibi oluyorum. O yüzden her an kendimi zorlamayı ve yeni hedefler koymayı seviyorum.
Bir hayal ya da ideal olarak, Türkiye’ye mutlaka getirmek istediğiniz bir isim var mı?
Olmaz mı.... Aslında sanırım önemli olan getirmekten çok insanların gerçek anlamda o sanatçıyı anlamaları ve içlerine sindirebilmelerini istiyorum. Eşi benzeri olmayan bir sanatçı, soprano, orkestra şefi Barbara Hannigan (Gecen sene çıkarmış olduğu ‘Crazy Girl Crazy’ albumu ile Grammy ödülü aldı)
Günümüzde müziğe erişim geçmişle kıyaslanmayacak şekilde kolaylaştı. Dijital platformlar sayesinde milyonlarca şarkı bir tık uzaklıkta. Bu değişime nasıl bakıyorsunuz?
Müthiş bir değişim / gelişim olduğunu düşünüyorum. Kaliteli ses sistemlerinden müzik dinlemeyi sevenlerden biri olmama rağmen bu konuyu hariç tutarak söylüyorum; bütün müzik türlerine her an her yerde telefonumdan ulaşabilmekten ötürü ben çok memnunum. Her yaşta her insanın müziğe bu kadar yakın olmasını sağladığı için de iyi birşey olduğunu düşünüyorum.
Son bir soru: En beğendiğin konser salonu?
Sanırım ikisi arasında karar vermekte zorlanıyorum ama Hamburg Elbphilharmonie ve İzlanda Reykjavik'deki Harpa Hall! Ama en büyük hayalim bu soruya bir gün İstanbul'daki akustiği muthiş olan bir konser salonumuzun adını vererek cevaplamak.....
ihsan.dindar@milliyet.com.tr