23.02.2010 - 00:21 | Son Güncellenme:
BELGESEL FOTOĞRAFÇI NİKO GUİDO DEPREM SONRASI HAİTİ’Yİ MİLLİYET İÇİN GÖRÜNTÜLEDİ
Görüntü yönetmeni arkadaşım Erdem Tepegöz’le maceralı bir şekilde Haiti’ye giriş yapabildik. Motosiklet ve kamyonet arkasındaki yolculuktan sonra Haiti’nin Cap Haitien şehrindeki, liseden sınıf arkadaşım, çocuk doktoru Nadir Demirel’e ulaştık. Birbirimize sıkı sıkı sarıldık, gece yarılarına kadar sohbet ettik. Nadir Haiti’deki durumun deprem öncesinde bile çok vahim olduğunu anlattı. Çalıştığı hastanede ciddi anlamda normal su ve içecek su sıkıntısı varmış. Her gün çocuklar olmayacak sebeplerden ölüyorlarmış. Nadir’in şu cümlesi bizim tüylerimizi diken diken etti. “Ölen bu çocuklar, Amerika’da bir hastanede tedavi edilselerdi, hiçbiri ölmezdi.” Yediğimiz lokmalar boğazımıza dizildi.
- Para bozdurmaya gittiğim döviz bürosunda Rooney ile tanıştık. Bize tercümanlık yapmasını öneriyorum. Memnuniyetle kabul ediyor. Haiti’de yerel dil Kreolca. Kreolca Afrika’dan buraya zorla getirilip, kölelik yaptırılan halk tarafından birkaç dilin birleştirilmesiyle oluşturulmuş.
- İlk olarak yüzlerce depremzedenin tedavi edildiği Milo kentine gidiyoruz. Manzara korkunç. Şehirdeki bütün okullar hastaneye dönüştürülmüş. Helikopterlerle sürekli hasta getiriyor. Siyah depremzedeler ve beyaz gönüllüler, bir arada depremin yaralarını sarmaya çalışıyorlar.
- Nadir’in çalıştığı hastanedeki çocukların depremle alakası yok. Ama depremzedelerden daha kötü durumdalar. İçeride gördüklerimiz inanılmazdı. 40 metrekare bir odada, düzensiz bir şekilde yerleştirilmiş 15 civarında çocuk yatağı, yanlarına koyulmuş tabureler ve bu taburelerde günlerini, aylarını geçiren anneler. Refakatçi yatağı yok, içecek su yok, yemek yok. Gözlerimin önünde bir fare yatakların altından geçip kayboluyor. Kimsede bir tepki yok. Alışmışlar. Nadir’in anlattığına göre hastaların çoğuna kesin teşhis koyulamıyor. Çünkü gerekli olan malzeme yok, en temel testler yapılamıyor.
- Çocukların bazılarıyla sohbet ettim. Odanın arka bölümünde 11 yaşında bir kız yatıyor. Adı Judeline. Doğuştan kalbi delik ama hâlâ bir kalp doktoru görmemiş. Ayrıca tüberküloza yakalandığı tahmin ediliyor. O kadar zayıf ki, kolları bacakları kırıldı kırılacak. Hastaneden çökmüş bir şekilde ayrılıyoruz. O anda hissettiğim duyguları kelimelere dökmeye imkân yok. O gece uyuyamıyorum. Uyumak istemiyorum.
- Haitili doktorla konuşuyor, daha geniş bilgi edinme şansına sahip oluyoruz. Haiti’de asistan doktor maaşı 140, uzman doktor maaşı da 300 dolar civarında. Nüfusun yarısından çoğu günde 1 doların altında bir gelirle yaşamak zorunda. Ortalama ömür 52 yıl.
- Port-au-Prince’e otobüsle gittik. Terminale varıyoruz ama bir bina yok, sokakta indiriliyoruz. Bir taksiyle caddelerde ilerliyoruz. Sağda solda tek tük yıkılmış binalar var. Bir ara taksi şoförü maske takıyor. 50 metre sonra neden taktığını anlıyorum. Sağ tarafta çok katlı bir bina, yerle bir olmuş. Önünden geçerken havayı keskin bir koku kaplıyor. Kendimi çok kötü hissediyorum. Bu ilk defa karşılaştığım bir koku.
- Bir çadır kampına gidiyoruz. Derme çatma çadırlardan oluşan kampta yaşayanların durumu oldukça kötü. Yardımların adil bir şekilde dağıtılmadığını, bazı Haitililerin yardım için verilen malzemeleri halka sattığını söylüyorlar.
- Dünyanın en fakir ülkesi Haiti’nin başkenti harap olmuş durumda. Bir tarafta yıkılmış binlerce bina ve altında yatan on binlerce ölü, diğer tarafta her şeye rağmen yaşamaya çalışan insanlar. Şehir içinde araçla yolculuk yaparken, gözünüzü kapatsanız bile, keskin kokudan yakınlarda yıkılmış bir bina bulunduğunu anlayabilirsiniz.
- 15 yaşındaki bir kızla röportaj yapıyoruz, kucağında 6 aylık bebeği var. Burada son yıllarda AIDS’le mücadele kapsamında korunmanın yolları okullarda da anlatılmaya başlanmış.
- Çadır kampta dokuz gönüllü Haiti li doktor sağlık hizmeti vermeye çalışıyorlar. Kullandıkları ilaçlar komşu ülke Dominik Cumhuriyeti’nden gelmiş. 20 gün geçmesine rağmen uluslararası kuruluşların yardımları henüz kendilerine ulaşmamış. Kampın içinde dolaşmaya devam ediyoruz. Bu olumsuz şartlara rağmen bir anne çocuğunu yıkıyor, bir köşede mobil kuaför oluşturmuşlar, saç kesiyorlar. Bir genç orguyla müzik çalıyor.
- Arabayla ilerlerken yüksek bir duvarla çevrilmiş bölgenin içinde Türk bayrağı görüyoruz. Birleşmiş Milletler’in bölgesi burası. Giriş kapısını bulup içeri giriyoruz ve bayrağın bulunduğu yere doğru ilerliyoruz. Bir tane büyük çadır var, kapısında başka bir Türk bayrağı. Bizi sağlık bakanlığında görevli bir laborant ve bir Türk polisi karşılıyor. Oturup sohbet ediyoruz. Depremden sonra 3. gün ilk hastaneyi onlar kurmuş.
- Şehrin en fazla zarar görmüş semtlerinde dolaşıyoruz. Yıkılmış telekomünikasyon binası var. Yıkıntıların üzerinde bir kargaşa fark ediyoruz. İnsanlar buldozerlerin arasında, toz duman içinde ellerinde bıçak, testere gibi kesici aletler, yıkıntılar arasındaki kablolardan birkaç metre kesip koparabilmek için birbirleriyle mücadele ediyor.
- Bugün Nadir serbest. Beraber dolaşıyoruz. Amerikalıların depremden önce kurukları bir hastaneyi ziyaret ediyoruz. Bu hastanede hiç hasar yok. Ellili yaşlarda Amerikalı ki kadınla tanışıyoruz. Depremden bir hafta sonra buraya gelmişler. Sağlık personeli değiller. Yine de bir yardımımız olur diye düşünmüşler. Burada bulundukları 3 haftayı öksüz çocuklarla ilgilenerek geçirmişler.
- Port-au-Prince’te depremin üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen, belli başlı bina yıkıntıları dışında, enkaz kaldırma çalışmalarına pek rastlamıyoruz. Yıkıntılar dokunulmadan olduğu gibi yerinde duruyor. Sanki deprem dün olmuş gibi.
- Yazdıklarımın ve paylaştığım fotoğrafların ne kadar iç karartıcı olduğunun farkındayım. Fakat buradan yazabileceğim fazla güzel bir şey yok. Her taraf acılarla dolu. Gördüklerimi, yaşadıklarımı olduğu gibi paylaşmaya çalışıyorum. Burada geçirdiğimiz her yeni gün, felaketin boyutlarının ne kadar büyük olduğunu daha iyi anlıyoruz.
Niko Guido