Çocukluğumun meşhur misafir odası... Kapısı kitli duran, ayda bir iki kez sadece misafir için açılan, yasaklı oda.
Çocuğuz işte, abim ve benim aklımız hep o odada; girmemiz yasak. Sadece misafirlere hizmet için bekleyen, güzel koltuklar, güzel perdeler, güzel halılar... Misafir kadar değerimiz yok sanki. Sadece biz değil annem babam için de aynı şey geçerli. Onların da kendileri için misafir odasının kapılarını açıp, şöyle bir keyif yapma izni yok. Odadan faydalanabilmek için, o da misafirden yer kalırsa, misafir geleceği günü beklemek gerekiyor. Ne kadar acı bir durum aslında. Çocuksun ve evinin en güzel eşyalarının tadını çıkaramıyorsun. Böyle bir hakkın yok. Sen, misafir kadar değerli değilsin. Sen, o güzelim odaya layık değilsin Bir çocuk olarak bundan pek farklı bir yorum yapamıyorsun. Böyle bir durumda kendi özdeğerini yitirmeyip de ne yapacaksın!
Neyse ki bir gün babamın canına tak etti ve “yeter artık ya açın şu kapıları, geçelim, biz oturup keyif yapalım” dedi. Hiç unutmam o an’ı. Misafir odasının buzlu camdan olan kapısı sanki heybetli bir sarayın salonun kapıları gibi ağır ağır açılıyordu. İçeriden gözlerimi kamaştıran büyülü bir ışık yayılıyordu her yere. Salonun insan kafasından daha büyük olan kahverengi güllü perdeleri sanki gökkuşağı renklerinde parıldıyordu. Kahverengi çizgili, kadife, kolları tahtadan yapılmış koltuklar kraliyet ailesinin tahtları gibi gözüküyordu gözüme. Koltukların üstünde trombolinde zıplar gibi zıplayıp, kuş tüyü minderlere düştüğümü hayal ediyordum. Cam kül tablaları, kristal kâseler gibi bana bakıyordu. O dokunulmaz cam vazo, Osmanlı saltanatından kalma antika bir vazo gibi bana gülümsüyordu. Neşe içinde abimle salonun ortasında güreş tutmak da bizim zafer kutlama şeklimizdi. Yasaklı bölge, bizim için artık serbest bölge olmuştu. “Yaşasın! Misafir odası, artık bizim oda olmuştu.” Kendimi değerli hissediyordum. Sarayın kapıları bize açılmıştı.
Benim gibi kırklı yaşlarında veya daha üstünde olanlarda buna benzer, yaşanmış hikâyeler çoktur. Ebeveynlerimiz de kendi öğrendikleriyle hareket ediyor, kararlar alıyor. Burada onları suçlamak ya da hatalı olduklarını düşünmek yanlış olur. Ancak değersizlik hissi genelde çocuk yaşlarda oluşur. Özdeğerimizi tekrar artırmak için geçmişte edinilmiş değersizlik hissimizden, bir an önce, farkındalık kazanarak kurtulmakta fayda var.
Bir çocuk yanlış hareketler yaptığında -gerçi yanlış denilen konuda tartışılır; kime göre, neye göre yanlış- yetişkinler hemen çocuğu herkesin içinde eleştirir, onu uyarır. Ağzın açık yemeğini çiğneme, ayakta yemek yeme, yüksek sesle konuşma, lafa karışma... gibi. Oysa aynı ya da benzer bir hatayı yetişkin yaparsa ve çocuk pat diye aynı uyarıları söylerse çocuk ayıplanır, “terbiyesizlik yapma, çok ayıp, sus”. Çocuk, ukala, patavatsız, terbiyesiz olarak etiketlenir. Neden? Gerçekten neden? Ben çocuğuma herkesin içinde “öyle ağzında yemek varken konuşma” diyorsam eğer, ben de aynı davranışı yaparsam o da bana herkesin içinde aynı uyarıyı yapabilme hakkına sahiptir. Eğer ona bu hakkı vermezsem ona kendini ikinci kez değersiz hissettiririm. Büyük küçük fark etmez. O zaman ben de aynı şeye dikkat etmeliyim. Bu, hepimiz için geçerli, kendini değersiz hisseden çocuklar ileride özdeğeri düşük yetişkinler olacaklardır. Kişinin özdeğeri yüksekse kendiyle ilgili, kim olduğuyla ilgili olumlu inançları vardır. Kişi kendini onaylar. Kendini var olduğu için değerli bulur. Dünyadaki herkes değerlidir, her canlı değerlidir, doğa değerlidir. Kendinin değerini bilen her şeyin değerini de bilecektir. İnsan kendine ve diğerlerine değer verdiğinde tüm dünyada bolluk ve bereket kendini gösterecektir...
Arzu Bıyıklıoğlu
NLP Uzmanı ve Yaşam Koçu