Pazar‘Yaşlanmaya inanmıyorum’

‘Yaşlanmaya inanmıyorum’

02.02.2020 - 07:00 | Son Güncellenme:

Performansın divası Marina Abramovic’in Türkiye’deki ilk sergisi Sakıp Sabancı Müzesi’nde açıldı. 73 yaşındaki sanatçı hâlâ üretmeye devam ediyor. Abramovic, “Yaşlanmaya inanmıyorum; yaşadığınız sürece performans yaparsınız” diyor

‘Yaşlanmaya inanmıyorum’

Performans sanatı dendiğinde aklınıza ilk ne geliyor?” diye küçük bir kamuoyu yoklaması yaptığımda aldığım cevapların çoğu Marina Abramovic’in MoMA’da 2010’da gerçekleştirdiği “Sanatçı Burada” adlı performansı. Müzede saatlerce masa başında karşısındakilerle hiç konuşmadan göz göze oturan Marina Abramovic’in performansının videosu YouTube’da 17 milyon kez izlenmiş. Bu performansa canlı tanıklık etmemiş olmasına rağmen, sadece izlediklerinden etkilenip ağlayan pek çok insan tanıyorum. Ve bu video sayesinde onu keşfedip seven...

‘Yaşlanmaya inanmıyorum’




Performanslarıyla kafaları karıştıran ya da tam tersi kafaları açan sanatçı, Türkiye’deki ilk sergisi “Akış” (Flux) kapsamında İstanbul’da. Sergi öncesinde Marina Abramovic ile SSM’de röportaj için buluştuk. Yaklaşık üç aylık bir inzivanın ardından, yenilenmiş ve dinlenmiş olarak buraya geldiğini ama Hindistan’da 29 derecelik sıcaklıktan sonra İstanbul’da biraz soğuk algınlığı geçirdiğini söylüyor. İstanbul’u, Türk kahvesini, baklavayı ve Türk yemeklerini ne kadar çok sevdiğini eklemeden geçmiyor. “Herkes serginizi çok merak ediyor, ama performans yapmayacağınız için biraz burukluk var” diyecek oluyorum “Üzülmeye gerek yok, Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki ve Akbank Sanat’taki sergiler çok anlamlı ve beklentileri karşılayacak” diyerek teselli ediyor. Röportajın sonunda fotoğraf çekimi için izin istiyorum, “E o kadar konuştuk, tabii ki birlikte bir fotoğrafımız olacak. Ama şöyle yapalım: Benim hiç çocuğum yok, sen de benim bir çocuğumsun. Gel kucağıma otur da öyle çeksinler” diyor. Ne yapacağımı bilemez halde, yaşayan en önemli sanatçılardan birinin kucağına oturup poz vermeye çalışıyorum...

‘Yaşlanmaya inanmıyorum’




“Duvarlardan Geçmek” kitabınızda ebeveynlerinizin hayli despot ve sert olduklarını, şiddet dolu bir aile ortamında yetiştiğinizi anlatıyordunuz. Onların bu ilişkileri ve sizin de onlarla olan çetrefilli ilişkiniz, sanat anlayışınızı şekillendiren noktalardan biri miydi?

Aslında buraya anneannemi de eklemem gerekiyor. Annemle babam ne kadar sert birer ateistlerse büyükannem de bir o kadar sert bir Hıristiyandı. Annemle babam kendi kariyerleriyle meşguldü ve beni anneannem büyüttü. Büyükbabam Tito’dan ve komünizmden nefret ediyordu, anneannem de maneviyatı en güçlü olan kişiydi ailede. Onunla birlikteyken zamanımın çoğunu kilisede geçiriyordum. Bir tarafta ateist ve komünist bir anne baba, diğer tarafta tüm onların savunduklarından nefret eden bir büyükbaba ve güçlü Ortodoks inancı olan bir anneanne. Herkesin birbiriyle didiştiğini düşünün. Ben de bu karşıtlık ortasında yetiştim ve işlerimde bunları en iyi şekilde yansıtmaya çalıştım. O zamanlar özel hayatımı düşünmemek üzerine eğitiliyordum.

Nasıl bir eğitim süreciydi bu?

Disiplinli olmayı annemden öğrendim diyebilirim. Babam da kahraman olmayı ve hiç kimseden, hiçbir şeyden korkmamayı öğretti. Sonrasında herkese karşı isyankar olmayı ve sadece kendim kalabilmeyi öğrendim. Aile öğretilerim disiplin, otokontrol, maneviyat ve kahramanlıktı. Ben de zamanla Budizm’e ilgi duymaya başladım. Tüm hepsi beni ve çalışmalarımı şekillendiren etmenler oldu.

‘Yaşlanmaya inanmıyorum’




Performanslarınızda şiddet hep ön planda. Ailenizin bu didişmeli, kavga dolu ilişkileri sizin şiddet dolu performanslarınızın bir yansıması mı?

Aslında ben şiddetin ne olduğu ile hiçbir zaman ilgilenmedim. İzleyicinin karşısında acı dolu performanslar sergilemeyi seviyorum çünkü insan olarak biz acıdan, acı çekmekten ve ölümden korkuyoruz. Ama acı çekmeyi anlamaya başladığınız andan itibaren acıdan korkmamaya başlıyorsunuz. Tarihe de baktığınızda pek çok maneviyat dolu ayinin fiziksel acıya dayalı olduğunu görürsünüz çünkü bu tür acılar, zihninizdeki başka algıları açmanıza yardım eder. Şöyle düşünün; mutfakta bir şeyler hazırlarken bıçakla elimi kessem belki acıdan ağlayabilirim, ama bu bir performans olduğunda ve izleyicinin önünde elimi kestiğimde kan bir anda boyaya, derim de bir tabloya ve bıçak da bir tür enstrümana dönüşür. Seyircinin önündeyken bambaşka bir şeye dönüştüğüme/evrildiğime inanıyorum.

Kariyerinizin ilk yıllarında resim yaptığınızı biliyoruz. Ancak az önce de söylediğiniz gibi bedeninize odaklanmayı ve bedeninizi bir kanvas tablo gibi kullanmayı nasıl keşfettiniz?

18 yaşındayken kamyonların yaptığı kazaları resmediyordum. Kimi zaman otoyollara oyuncak kamyonlar bırakıyordum ve gerçek kamyonların onları ezmesini bekliyordum. Ama tabii bu hiçbir zaman olmadı, sonra ben de stüdyoya girip tam zıddını resmetmeye başladım. Çocukların oynadığı küçük kamyonlar sosyalistlerin kullandığı büyük kamyonetleri ezip geçiyordu bu resimlerde. Burada bir şekilde masumiyetin kazanacağını gösteriyordum. Sonra bulutları, onların hareketlerini resmettim. Sürekli gökyüzünü seyrediyordum, hatta bir gün çimlerin üzerine yatmış gökyüzünü seyrederken 12 savaş uçağının uçtuğunu ve gökyüzünde inanılmaz şekiller çizdiklerini gördüm. “Bu inanılmaz” deyip “Neden sürekli iki boyutlu resimler yapmaya çalışıyorum?” diye sordum kendime. Ateşi, suyu, gökyüzünü ve hatta vücudumu kullanabileceğimi fark ettim. Sonrasında tamamen beden odaklı çalışmaya başladım. Herkesin bildiği bir şey vardır: Bir sanatçı için doğru alet edevatı bulmak çok önemlidir. Resim, heykel, video nasıl bir sanatçının kendini ifade ettiği bir araçsa performans da öyle.


Beden ve çıplaklık odaklı performanslarınız da bu farkındalık sonrasında gelişiyor...

Çıplaklık insanın en doğal hali. Yaşlanmaya filan da inanmıyorum ben. 60 yaşında, Guggenheim Müzesi’nde yedi gün boyunca çırılçıplak performans yaptım. Yaşadığınız sürece performans yaparsınız.

Hem sanatçı hem de sanat eserinin bir parçası olmak nasıl bir şey?

50 yıl boyunca insanlar sürekli bana performans sanatının neden geleneksel olmadığını sorup durdu. Kimi zaman mazoşist dediler kimi zaman sadist, hatta teşhirci dediler. “Bu çok saçma, bu sanat değil” diyenler oldu. Ama şimdi dönüp bir bakın, “Sanatçı Burada”nın (Artist is Present) video kayıtları YouTube’da 17 milyondan fazla izlendi.

‘İlk yıllar cehennem gibiydi’

Performans sanatı genel olarak anlaşılması zor bulunuyor, siz de hiç bunun zorluğunu çektiniz mi?


Önce resim yapıyordum, yani ressamdım. Sonra insanların karşısında bedenimi, işlerimin objesi ve konusu olarak kullanabileceğimi fark ettim ve bu gerçekten benim için en doğru medyumlardan biriydi. Evet performans sanatının kabul görmesiyle ilgili epey zorluklar çektim. Kariyerimin ilk yılları cehennem gibiydi. Ama zamanla bunun fotoğraf ve video gibi bir medyum olduğunu anladı insanlar.

Bu cehennemden çıkmayı nasıl başardınız?

Hayır demeyi öğrenerek. Bir şeyin doğruluğuna inanıyorsam onu yaparım, kendinizi ikna etmeniz önemli. Öbür türlüsü olsaydı, yıllar önce bırakmıştım bu işi. 1970’lerden sonra pek çok performans sanatçısı vazgeçti ve resme, heykele yöneldi çünkü performans yapmak zordu.

Disiplin ve tutkunun sizin için önemli olduğunu biliyoruz. Ulay ile tutkulu bir ilişkiniz vardı, hem romantik hem de ortak üretim anlamında.

Eğer bir ilişki yaşıyorsanız ya da çocuğunuz varsa enerjiniz bölünebiliyor. Tek olduğumda, enerjimin yüzde 100’ünü kullanmasam bile yüzde 20’si dahi benim bir şeyler üretmeme yetiyor. Şimdi 70’li yaşlardayım ve bundan daha iyi hissetmemiştim.

‘Emekli olmak mümkün mü?’

Emekli olduğunuza dair endişeler var. Ama duyduğuma göre Maria Callas’ı canlandıracağınız bir performansın hazırlığındasınız...

Evet, doğru duymuşsun. Emekli olmak mümkün mü? Almanya’da Bavyera Operası’nda sahneye çıkacağım. İnzivada zihnen ve bedenen kendimi buna hazırladım. İlk kez bir operada rol alacağım. 20’nci yüzyılın divası Callas. Performansın adı “Seven Deaths of Maria Callas”. Opera temsillerinin sonunda genelde bir kadın ölür. Çoğu zaman da bu ölümün sebebi erkekler ya da kalp kırıklıklarıdır… Bu operalardan yedisini bir araya getirip ortaya yeni bir iş çıkaracağım.