03.04.2022 - 03:00 | Son Güncellenme:
Aslında çocukluğum antik dünyanın içinde geçti dersem abartmış olmam. Bilindiği gibi Gaziantep Hitit, Geç Hitit, Roma, Doğu Roma, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarının harman olduğu bir yer. Kalemiz, Dülük Baba bölgesi, daha sonra Zeugma; böyle bir ortamda büyüdüm. Ama derya içinde olup deryayı bilmeyen fanilerdendim. Nasıl büyük bir tarihle, ne kadar büyük bir kültürle sarmalandığımı bilmiyordum. Ta ki, “Patasana” romanımı yazana dek. Bana ilham veren yine Gaziantep oldu. 1996 yılındaki bir gezide Fırat nehri kenarındaki antik bir kentin yıkıntıları gözüme çarptı. Bu kent beni “Patasana” romanımı yazmaya itti. İşte o dönem, Hititler ve Geç Hititler üzerine yoğun bir araştırmaya giriştim. İstanbul Üniversitesi Hititoloji Anabilim Dalı’ndan rahmetli Prof. Dr. Ali Dinçol ve arkeologlardan yardım aldım. Onlar ülkemizin antik tarihine bambaşka bir gözle bakmamı sağladılar. Başka bir deyişle, üzerinde yaşadığımız kültürel zenginliğin farkına varmamı sağladılar. “Patasana” romanımı ve “Ninatta’nın Bileziği” destanını böyle yazdım. Sonuç mutluluk vericiydi. Öyle ki, bu kıymetli bilim insanları beni ‘muhabir arkeolog’ seçtiler. Bir edebiyatçı olarak, kendi alanım dışında aldığım en onur verici unvan budur.
***
“Patasana”yı 1998 yılında yazmıştım. Tarihle ilgim sadece “Patasana”yla sınırlı kalmadı. “Kavim” romanımda, Anadolu’daki Hırıstiyanlık tarihini anlattım. Anlattım derken aslında öğrendim de diyebilirim. Bu metinleri kaleme alırken, bir tür tez hazırlar gibi çalışıyordum. Konunun uzmanlarıyla konuşuyor, metnin geçtiği yerlere gidiyor, oradaki insanları tanıyordum. Bir anlamda öğrenmek istediğim konuyu, buna tez de diyebilirsiniz, roman haline dönüştürerek, öğrendiklerimi sanatsal bir ürüne çeviriyordum. Ardından “Bab-ı Esrar”ı, “İstanbul Hatırası”nı ve son olarak da “Kayıp Tanrılar Ülkesi”ni yazdım. Evet, son 24 yıldır aralıklarla da olsa tarih ve arkeolojik konuları yazıyorum. Ve bu konuları yazmak, benim için edebiyat uğraşını çok daha ilginç ve zevkli kılıyor. İki tür doyum yaşadığımı söyleyebilirim, yaratmanın hazzı ve öğrenmenin/öğretmenin hazzı. O yüzden arkeolojiyle ilgili her türlü gelişme ilgimi çekiyor. Bir yandan elimdeki metni bitirmeye çalışırken bir yandan da şöyle diyorum, “Birkaç yıl sonra Göbeklitepe’yi ya da Patara’yı ya da Efes’i ya da Nemrud Dağı’nı ya da Zeugma’yı yazmalıyım.”
***
26-27 Mart 2022 tarihlerinde Milliyet Arkeoloji dergisi ve İş Sanat Kültürel Buluşmaları kapsamında Patara’ya gittim. Bu Patara’ya ikinci gidişimdi. İlki 1996 yılıydı ve utanarak söylüyorum, ben ülkemizin tarihi zenginliğinin farkında bile değildim. Dolayısıyla Patara’nın ne kadar önemli bir yer olduğunu bilmiyordum. Patara gezisi daveti aldığımda çok heyecanlandım. Ve oturup Havva İşkan Hoca’nın editörlüğünü yaptığı İş Kültür Yayınları’ndan çıkan “Patara” kitabını okudum. Ama daha önemlisi Patara’yı yeniden gördüm ve sevgili hocalarımız Fahri Işık ve Havva İşkan’dan bütün bir Patara tarihini dinledim. Bu benzersiz bir deneyimdi benim için. Kırk yıla yaklaşan bir süredir Patara’yı kazan, adeta ömürlerini bu antik kente adayan bilim insanlarının duygu ve düşüncelerini kazı yapılan alanlarda dinlemek müthişti. Daha önce de arkeologlarla konuştum ve onlarla her sohbet ettiğimde sadece yeni bilgiler edinmekle kalmadım, aynı zamanda hayata duyduğum ilgi de arttı. Patara’da da öyle oldu. Bu önemli Likya kentini gezerken, binlerce yıl önce yaşayan insanların adeta ruhlarını yanımızda hissettim. Hocalarımız konuşurken sanki ağaçların arkasından bir yerden bizi dinliyor, hafifçe esen rüzgarla sanki bizlerle iletişim kurmak istiyor gibiydiler. Elbette gerçekte böyle bir şey yoktu ve olmadı, ama Patara’da bulunmak bunları hissettiriyordu.
***
Patara’nın romanını yazsam, konu muhtemelen sanat olurdu. Çünkü bilindiği üzere Patara, mitolojideki iki sanat tanrısından biri olan Apollon’un doğduğu yerdir. Öteki tanrı da Dionysos’tur. Biri aklın aydınlığıyla sanatı oluşturur, öteki duyguların ve dürtülerin. Patara romanında bu iki tanrıdan yola çıkarak, sanatın bu ikili yapısını anlatırdım. Çünkü iyi eserler mantıkla mantık dışının, düşünceyle duygunun çatışmasının üzerinde yükselir. Çünkü insan mantıklı olan kadar mantık dışını da ruhunda barındırır.
***
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyamda “Arkeologlar benim gerçek kahramanlarımdır” dedim. Arkeologlar benim gerçek kahramanlarım derken samimi görüşümü dile getiriyordum. Arkeoloji çok zor bir alan. Sadece belli zaman dilimlerindeki çalışma saatlerinizi değil, gecenizi, gündüzünüzü, bütün bir ömrünüzü adamanız gerekiyor. Çalıştığınız kazı alanı çoğu zaman ailenizden daha önemli hale geliyor. Hayatınızın, bedeninizin ve ruhunuzun bir parçasına dönüşüyor. Üstelik çoğu zaman son derece elverişsiz koşullarda çalışmak zorunda kalıyorsunuz. Büyük sabır, büyük emek, büyük aşk gerektiriyor. Bunu yapabilen insanlara saygı kadar hayranlık da duyuyorum. Bize kendimizi tarihimizden yola çıkarak anlatıyorlar. Patara kazılarının kurucusu ve yürütücüsü olan kıymetli hocalarımız Prof. Dr. Fahri Işık ve Prof. Dr. Havva İşkan Işık da işte o şahane insanlardan. Emeklerinin karşılığını hiçbir zaman ödeyemeyiz. Üstelik bu ülkede çok az kişi bu fedakarlığın, bu adanmışlığın farkında. Ona rağmen bu işi inatla sürdüren insanlar var. Onlar sayesinde arkeoloji bilimi ayakta kalıyor.
***
Gezi sırasında Fahri Hoca, Batılı arkeologların Patara’yı “M.Ö. 5. yy Atina egemenliği sırasında kurulmuş bir Hellen kenti” olarak tanımlamalarını eleştirdi, Patara Anadolu’dur dedi. Ne yazık ki, ülkemizde tarihe bakış açısı son derece yanlış. Tarih denilince sadece Türk ve Müslüman olan dönem anlaşılıyor. Bu son derece sınırlayıcı ve eksik bir bakış açısı. Ülkemizde binlerce yıllık buluntular, yerleşim alanları, dinsel mekanlar, kentler, tapım merkezleri var. Sadece 1071’de başlayan bir tarih anlayışı, Batı’nın empoze etmeye çalıştığı “Türkler arkeolojiden anlamaz, uygarlık Antik Yunan’dan başlar,” yanlış görüşüne zemin hazırlıyor. Elbette Helenistik dönem önemlidir, ama Anadolu medeniyetleri olmasaydı, Antik Yunan aydınlanması olmazdı. Kültürleri yarıştırmak son derece yanlış, bütün uygarlıklar birbirlerini etkilerler. Ama Anadolu medeniyetlerini yok saymak, bilinçli bir çarpıtma değilse, açık bir cahilliktir. Ki, arkeolojik buluntular da bunu kanıtlıyor.
***
Gezi sırasındaki duraklarımızdan biri olan Patara Kent Kapısı, antik kent merkezinin kuzeyinde Tepecik’in doğusunda dört ayak üzerinde yükseliyor. Uzunluğu 19, yüksekliği 10 metre. Muhteşem bir yapı, çünkü size hoş geldin diyor. Aynı zamanda kente su taşıma işlevinin de son halkası olarak görev yapıyor. Hâlâ ayakta olması, Patara’yı kafamızda canlandırmamıza olanak veriyor. Bir zamanlar Patara’nın ne kadar görkemli bir şehir olduğunun somut bir kanıtı olduğunu da söyleyebilirim. Elbette Patara bir su şehri. Hem limanı var, hem de dağlardan bolca içme suyu getirebiliyor. Denizden gelenleri de fener ve liman karşılıyor. Antik dünyanın denizcileri elbette önce hamama koşuyorlar, pazara koşuyorlar, sonra tapınaklara ve tiyatroya koşuyorlar. İster karadan ister denizden gelin kent olanca zenginliği ve görkemiyle merhaba diyor konuklarına.
***
Bir diğer durak noktamız olan, hem Kent Meclisi’nin hem de Lykia Birliği’nin toplantılarına ev sahipliği yapan Patara Meclis Binası da yine muhteşem. Montesquieu, “Kanunların Ruhu” adlı kitabında Lykia Birliği’nin yönetim biçimini “en mükemmel cumhuriyet örneği” olarak tanımlıyor. Yukarıda söylediğim gibi eğer biz tarihimizi 1071’le sınırlamasaydık, Montesquieu’nun da belirttiği gibi Likya Birliği’nin farkına varsaydık, daha doğrusu onları örnek alsaydık, belki de bugün bir türlü yerleştiremediğimiz demokrasimiz çok daha iyi bir yerde olurdu. Askeri darbelerle, hukuk dışı yollarla demokratikleşme sürecimiz kesintiye uğramazdı. Tarih, geçmişten ders almak, önceki deneyimlerden yararlanmak için var. Ülkemizde böyle bir cumhuriyet deneyimi yaşanmış, ama bizim siyasetçilerimiz çoğu bunun farkında bile değil. Anadolu medeniyetlerini yakından incelemek gerekir, eminim onlardan öğrenebileceğimiz yaşamsal önemde çok fazla bilgi ve deneyim vardır.
***
Gezi sırasında gördüğümüz Leto Hurmalığı da Patara’nın ilginç yerlerinden biriydi. Zeus’tan hamile kalan Leto’nun Apollon’u hurma altında doğurma hikayesini anlattı Fahri Hoca. Bu hikayeyi “Kayıp Tanrılar Ülkesi”nde yazmıştım. Leto’nun Artemis ve Apollon’u doğurduğu yerde, hurma ağaçlarını görünce sarsıldım. Bu konuda iki farklı hikaye var. Başka bir versiyonda Leto’nun çocuklarını bir adada doğurduğu söylenir, ama Fahri Hoca, kanıtlarla Apollon’un mitolojik doğumunu sağlayan bilgilerin Patara’da olduğunu anlattı. Üstelik bu konuşmayı Apollon’un doğduğu varsayılan Tekerlek Gölü kıyısında ve Leto Hurmalığı’nda yaptı. Müthiş bir hikaye. Böylece bir kez daha anladım ki, Apollon, Dionysos gibi Anadolu kökenli bir tanrıdır. Zaten lakaplarından biri de “Likyalı”dır, yahut “Likya’da doğan”dır.
***
Türkiye yeryüzünün en büyük açık hava müzesi konumundadır. Antik dünyanın harika eserleri, anıtlar, kentler, tapınaklar ülkemizin her yanına dağılmıştır. Üstelik homojen değil, çok farklı kültürlerin ve medeniyetlerin birliğinden doğan bir zenginliği vardır. Böylesi bir ülkede güçlü arkeoloji dergilerinin olması gerekir. Elbette birçok arkeoloji dergimiz var, ama asla yeterli değil. Bu anlamda Milliyet gibi günlük bir gazetenin arkeoloji dergisi çıkarmasını çok önemsiyorum ve takdir ediyorum. Milliyet Arkeoloji dergisinin 1. yaşını kutluyor, nice yıllar diliyorum.