05.02.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
axpaz021.jpg Hem Milliyet'e hem hayata ikinci gelişini kutluyor. Kutlamaya ben de katılıyorum, hem de çok gönülden. Kardan hemen sonra, güneşli bir sabahta buluştuk. Bebek Kahve'de. "Biliyor musun, dünyanın en güzel adaçayı Kıbrıs'ta, benim köyümde çıkar" dedi; üçer tane adaçayı içtik. Saatler boyunca konuştuk. Çocukların eğitiminden, Alman bir piyanist olan eşinden, klasik müzik konserlerinden, Kuzguncuk'taki evlerinden... Hep yazılarından bildiğim, sadece bir kez bir davette öylesine tanıştığım Metin Münir hayatı sallamış, ölümü yaşamış, çok okumuş, çok yazmış, çok gezmiş, görmüş, tartmış bir gazeteci. Sohbeti tam soba üstünde kaynamış tarçınlı, ballı ıhlamur kıvamında. Türkçesi komik, kendisi daha da komik. Hiç gülmeden güldüren insanlardan. Koskoca "Metin Münir" adının arkasında durmayan, adam gibi bir adam. Gururla söylerim ki, aynı gazetede çalıştığım meslektaşım. Kıbrıs Türkçesinde mişli geçmiş zaman yoktur. Değişik, renkli ama yanlış bir Türkçe. Benim dilbilgisi problemim var. Hâlâ kitaplarımı düzelten arkadaşlarım vardır. Kıbrıslı olduğunuz için soruyorum, yazarken dil problemi yaşadınız mı? Yağmuralan Rumca konuşulan bir köydü. Hikayeler başlayana kadar Rumlar, Türkler, Maronitler, Ermeniler ve İngilizler iç içe yaşardı. Çok yoksul ama çok renkli bir ülkeydi. Kıbrıs'ın Yağmuralan köyündensiniz. Nasıl bir yer? Maalesef Denktaş'ın Rum versiyonu, orada başa geçti. Bu konunun çözümü yok. Hele kapılar açıldıktan sonra fikirlerim çok değişti. Rumlar bizden nefret ediyor. Muhafazakar ve koyu dinciler. Su ve zeytinyağı gibiyiz. Okullarında ve kiliselerinde o kadar çok kafaları yıkanmış ki... Kıbrıs sorununa liberal yaklaşıyorsunuz. "Denktaş veya başını çektiği muhafazakarlar başa gelirse, çözüme giden yolları bloke edecekler" diyorsunuz. Belki zorla. Türkiye AB'ye girerse... Bütün felaketleri yaşayanlar, iyice yaşlanıp ölünce... Peki Avrupa Birliği çatısı altında mecburen olmayacak mı? Örneğin Financial Times'a yazdığın zaman, seni salt gazeteci olarak algılıyorlar. Haberin başarılıysa, girer. Kaliteliysen yerine başka adam düşünmezler. Bizde gazeteye neyin girip neyin girmeyeceğini başka kriterler belirliyor. Salt gazetecilik yaparsan, bir yerde duvara tosluyorsun. Siz hem yabancı hem de Türk basınını çok iyi tanıyorsunuz. Ciddi farklar var mı? "Kelimeler çok yetersiz" Evet, bu kadar güzel. Herkese tavsiye ederim. Anlatabilmek çok zor. Terminolojisi yok, edebiyat yeterli değil. Sık yaşanan bir şey değil çünkü. Ruh bedenin yükünden kurtuluyor; insan, insan olmanın yükünden kurtuluyor. Bizi üzen istekler, tüm gerçekleşemeyen hayaller... Salt bir varlık olarak var olmaya başlayınca her şey farklı. Bir kalp krizi geçirdiniz ve kalbiniz bir süreliğine durdu. Sonra bir yazınızda, "Bir sözlük düşünün, içindeki bedene acı veren bütün olumsuz kelimeleri çıkarın. Geriye kalan bütün olumlu duyguları aynı anda yaşadığınızı düşünün. İşte ölüm" diye yazdınız. Bu kadar güzel bir duygu mu gerçekten? Anlatmaya çalıştım. Ama düşün, hiç orgazm olmayan bir adama orgazmı nasıl anlatırsın? Ya da hiç görmeyen adama maviyi? "Ölümden Sonraki Hayatım" kitabında çok uzun anlattınız. Ailede olan bir şey. Bir de yüksek tansiyonum var. İstatistiki olarak meyilliyim... Nuriye Akman'a verdiğiniz röportajda "Daha önceden kalp krizi geçireceğimi biliyordum" dediniz... Ankara'da gazetecilik yaparken çok içki ve sigara içtim. O zamanlar gazeteciler öyleydi. Kötü beslenme ve sigara da var mıydı? Sigara içmiyorum uzun süredir. Sağlıklı besleniyorum, spor yapıyorum. Şimdi? "Yürümeyi ve yüzmeyi severim" Hayata bakışım değişti de, hayatım değişmedi... Evli olmayan, çocukları olmayan bir adam olsaydım, gider Kıbrıs'ta otururdum. Hayatta en sevdiğim şeyler dağ tepe dolaşmak ve yüzmek. 11 ve 12 yaşlarında iki çocuğum var. En iyi okullara gitsinler istiyorum. Ekonomi ve siyaset gibi çok somut şeylerle uğraşırken, birden hayatınız değişti mi? "Her şey boş" raddesine geldiniz mi? İnsanlar ölümden korkmasın diye yazdım. Ölüm sadece geride kalanlar için acı, ölen için değil. Her sabah kalkıp "Ben bugün ölmeye hazırım" diyorum. İnsan hayata doyamaz. Ölme denilen iş iradi olsaydı kimse ölmezdi. Oysa sistem böyle değil. Hangi gün olursa olsun, ortalığı velveleye vermeden o gün ölmek lazım. Ağızda bir acı tat duymadan gitmek lazım. Yazmak istediğiniz için mi yazdınız? "Gazetecilikte 40'ıncı yılım" 12 Eylül'de çok tatsız olaylar oldu. İki aile gezmeye Karadeniz'e gitmiştik. Gece yarısı paldır küldür polisler gelip kapıya dayandılar. "Sıkıyönetim Komutanlığı istiyor" dediler. Ankara'da da birkaç kere götürüldüm. Hakaret ettiler. Bir keresinde komutanın elinde bir dosya gördüm, içinde benim Financial Times'a yazdığım yazı, üzeri mavi, kırmızı, yeşil kalemlerle çizilmiş. Arkasına onlarca yazışma iliştirilmiş... Aslında bazılarının başına gelenlerden sonra benimkiler hiçbir şey. Sonuçta işkence görmedim, hapse girmedim. Türkiye'de şimdi ne kadar rahatız aslında. Özellikle Financial Times'da uzun uzun Türkiye değerlendirmeleri yazıyordunuz. Ekonomi ağırlıklı ama siyasetle bezenmiş yazılardı. Hiç bu yazılardan ötürü Türkiye'de başınız derde girdi mi? Çok komik şeyler var. Bak bir keresinde ne oldu: İngilizlerin meşhur "Seven Pillars of Wisdom" kitabında, Arabistanlı Lawrence'ın bir Osmanlı paşasıyla ilişki yaşadığı yazar. Bir de orada paşayı tasvir ederler, "Saçları fırça gibi dik, bilmem ne" diye. Bunlar paşanın torununu bulmuşlar, Ankara'da yaşıyormuş. Randevu aldık, gittik. Ben de bunu nasıl soracağım diye kara kara düşünüyorum. Yabancı basına çalışmanın çok ilginç yanları da var. Kim bilir sizde ne hatıralar vardır? "Haziran ayında 40 yıl bitiyor" Hay Allah, ne diyeceksin? Neyse, ben kitabı anlatmaya başladım. "Gür saçlı, fırça gibi saçlı bir Osmanlı paşası" diye. Adam dedi ki, "Benim dedemin 20 yaşında saçları dökülmüş ve kelliğiyle bilinirmiş", sonra da çıkardı resimler gösterdi, paşa dede gerçekten de kel. İçim rahatladı. Zaten sonra Lawrence'ın hezeyanlı şizoid kişiliği ile ilgili bir kitap çıktı ortaya. Herif anılarında sallamış yani... Gerçekten, nasıl sorulabilir böyle bir şey? Gelecek haziran ayında 40 yılımı dolduruyorum. Hayatımı ekonomi gazeteciliği yaparak kazanıyorum. Bu yönüme çok talep var çünkü bu konuda Türkiye'den yetişmiş, uluslararası boyutta araştırma yapıp fikir öne sürebilecek yorumcular daha da az. Ama eğer "Yarın ne yapmak istiyorsun?" deseler, pazar yazıları gibi yazılar yazmak isterim. Bu kadar yıllık birikimden sonra kendi gazeteciliğinizi nasıl tanımlarsınız? Kendime ve başka insanlara dönük yazılar. Finansal yazıların okuyucu kitlesi var ama diğer konunun çekiciliği çok daha fazla. Yürürken hiç tanımadığım bir insan bana yaklaştığında, her zaman "diğer" yazılarımdan bahsediyor. Kendimle, çocuğumla, başkalarıyla ilgili yazılardan... Yani? "Şehirleri sevmiyorum artık" Bir an gelecek, belki ekonomi işini tamamen bırakıp gazeteciliğin "human interest" sahasına atılacağım. Küre Dağları'na gitmeyi, global ısınmayı, çevre kirliliğini yazmak istiyorum. Hem Türkiye'nin hem de dünyanın geleceğini ilgilendiren konularda yazmak istiyorum. Hep ekonomi mi yazacaksınız? İyi bir gazeteci olmanın en önemli koşulu hayat boyu eğitim. Bu kural çok sıkı uygulanmalı. Sürekli okumak, sürekli gezmek, konu uzmanlarıyla konuşmak... En önemlisi ise okumak. Gazeteci bilgi açısından öyle bir kuyu olacak ki, suyu her zaman yerle aynı hizada olacak, hiç boşalmayacak. Gazeteci, kaynaklarından biraz geride duracak. Mesafeyi hep koruyacak. İçki ve sigara içmeyecek (Ayda iki şişe kaliteli Fransız şampanyası içebilir). Bir gazeteci nasıl yaşamalı sizce? Benim için en önemli iki şey kitap ve doğa. Şehirleri sevmiyorum artık. Londra'ya bir haftalığına gidip, üç gün sonra dönüyorum. Bir de sinema. Eskiden sırf film seyretmek için Londra'ya giderdim. Sizin gazetecilik dışındaki hayatınızda neler var? "Uzman gazeteciler istedik" Hepsinden değil canım, bazen de istifa ettim. Bu defa öyle olmayacağını umuyorum. Sedat Ergin'le çok eskiye dayanan bir dostluğumuz var. Bizim işler böyledir, sen hiç kovulmadın mı? Siz birçok gazeteden kovuldunuz, bu da gazetecinin kaderi herhalde. Kendimi çok iyi bir yönetici olarak görmüyorum ama evet, herkesle konuşurdum. Değişik bir şey yapmaya çalıştık. Bence bir genel yayın yönetmeninin görevi, yetenekli insanları bulup yeteneklerini maksimum seviyede kullanmaktır. Güneş'te ihtisas sahibi gazeteciler yaratmak istedik. Bizde, bilirsin, gazeteciler her gün başka işlere gider. Halbuki her gazeteci bir konuda uzman olsa, en iyi olsa, gazete de en iyi olur. Güneş'in ömrü maalesef kısa oldu. Gazetenin belli bir süre finanse edilmesi gerekiyordu ama Asil Nadir battı. Tabii ki, hem de nedensiz yere. Eski arşivlere girip Güneş gazetesi hakkında yazılanları okuyunca çok hoşuma gidiyor. Herkes sizin çok iyi bir yönetici olduğunuzu, herkesin hatırını sorduğunuzu yazıyor. Hah hah hah! Çok komik yahu... Hayır, doğru değil. Seçilmiş olmak isterdim. Aklıma getirdin şimdi, Tayfun'u bir arayayım... Tayfun Ertan o dönemlerde "en seksi erkek" seçilmiş olabileceğinizi söyledi. 1944 yılında, İngiliz vatandaşı olarak Kıbrıs'ta doğdu. Babası "Kıbrıs vatandaşıyım" diye diretince, hiç İngiliz pasaportu alamadı. İngiliz Lisesi'ni bitirdikten sonra Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okudu. Kıbrıs olayları sırasında, üçüncü sınıftayken okulu bıraktı. Kıbrıs'a gitti, mücahitlik yaptı. İki yıl sonra okula geri döndü, mezun oldu. Kendi deyişiyle "tesadüfen" gazeteci oldu. İlk işi Turkish Daily News'daydı, beş yıl çalıştı. BBC, London Times, Financial Times ve Sunday Times'ın Türkiye temsilciliğini yaptı. Güneş gazetesinin genel yayın yönetmeni oldu. Yeni Yüzyıl, Sabah ve Vatan'da çalıştı. Şimdi haftanın beş günü Milliyet'te yazıyor. Basılmış iki kitabı var. Evli ve iki çocuk babası. Metin Münir kimdir?