PazarMütevazı imparatorluk

Mütevazı imparatorluk

16.11.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:

Mütevazı imparatorluk

Mütevazı imparatorluk




Osmanlı İmparatorluğu'nun sarayları ve şaşaası üzerine çok söz söylenir; çok slogan atılır. Bütün bir nesil, okul kitaplarında "Maliyenin iflası ve saraylar" hikayesiyle büyümüştür. Oysa insanlarımız, son on yılda Avrupa'nın ve Rusya'nın başkentlerini gezmeye başladıktan ve buradaki saray ve kasırları gördükten sonra daha iyi fark ediyor; 19'uncu yüzyılın Osmanlı devlet tüketimi diğer büyük devletlerle mukayese edilemeyecek ölçüde mütevazıdır. Dolmabahçe Sarayı ne Viyana'daki Hofburg ne Paris'teki Louvre ve Versailles, ne de St. Petersburg'daki şimdi Ermitaj Müzesi olarak kullanılan Kışlık Saray'la boy ölçüşebilir. Olsa olsa Peterhof'taki yazlık saray gibidir. Zaten Dolmabahçe Sarayı'nın göz alan iki bölümü Büyük Muayede Salonu ile Süfera Odası denilen, sefirlerin itimatnamelerini takdim edip kısa süre padişah ile görüştükleri yerlerdir.
Mensubu olduğum Galatasaray Üniversitesi bu Saraylar (!) denen kompleksin Feriye denen bölümünde yer alır. Bizim oturduğumuz odaların şahane manzarasından başka bir lüksü yoktur. Dolmabahçe'nin ana kısımları da böyledir ve bu saray, 19'uncu yüzyılın büyükelçi teati eden büyük devletlerinden birinin hükümdar evidir ve törenlerde ayıp olmasın diye aşırı tasarruflu yapıldığı bellidir. Bulunduğu şahane konum veya tartışılsa da Balyanların hoşça tersim ettiği kısımlar bu tevazuu silemez. Tabii, 19'uncu yüzyılın büyük devletinin Topkapı Sarayı'nda temsil görevini yerine getirmesi mümkün değildir. Orada Viyana Kongresi sonrası beynelmilel diplomatik protokole uygun olarak ne elçi kabul edilebilirdi ne de imparatorluğu ziyarete gelmeye başlayan yabancı hükümdarlar ağırlanabilirdi. Sultan Abdülmecid'in İstanbul'un en güzel yerlerine yaptırdığı birkaç kasır ise 19'uncu yüzyılın büyük hükümdarlıklarının kırsal av köşkleri yanında pek sönük ve küçük kalır. Yıldız Sarayı saraylarımız içinde bahçeleri ve pavyonlarıyla en çok dikkat çeken yerdir. Ama burada da ihtişamdan çok güvenliğe önem verilmiştir. Bu sarayların harem denen hükümdarın özel konutu mesabesindeki yerlerde lüksten iz yoktur. Harem halkı, Türk saraylarında üst üste yaşar. Saraylarda mütevazı bir yaşam hakimdir. Sultan Reşat, Rumeli gezisine çıkarken boş kalan sarayda bazı tamirat düşünülüyordu. Veliaht Dairesi'nin tamiri ve badana-boya talebi, "Şimdilik buna imkan yok" diye reddedilmişti.
Aslında, hükümdar saraylarının yanında; diğer devletlilerin vezir konaklarına ve diğer devletlerin köşklerine de baktığımızda mütevazı vasfı doğrulanır. Kanuni'nin makbul sadrazamı İbrahim Paşa'nın At Meydanı'ndaki taş sarayı, bir istisnadır. 18'inci yüzyıl başına ait Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı ise hiç de o ünlü Osmanlı sadrazamlarına yakışacak ihtişamda bir yalı değildir. Bunlar güzel binalardır ama zengin değildir.
İstanbul'da Mısırlı paşaların Mısır'ın zenginliğini akıttığı konaklar bir istisnadır. Tahtını ve servetini Türkiye için kaybeden Hidiv Abbas Hilmi Paşa'nın Çubuklu'daki kasrı ve Sait Halim Paşa'nın Bebek'teki sarayı ve Yeniköy'deki köşkü, kaybolan birkaç örnekle buna istisnadır. İstanbul'daki Fransa, Britanya, Venedik sarayları, adeta devletin sadeliğini alaya alır gibidir. Bunların içinde Gümüşsuyu'ndaki Alman Büyükelçiliği gibi gerçek bir lenduha olanları da vardır.
Peki bu imparatorluğun gösterişi nerede tecelli eder? En başta göklere uzanan camiler, medreseler, imaret gibi sosyal kurumlar, suyolu, tersaneler, köprüler ve kervansaray gibi stratejik eserler... 16'ncı yüzyılda ülkemize gelen Alman seyyah Salomon Schweigger, "Bütün sahte dindarlar gibi büyük mabetlerle Allah'ı kandırmayı deniyorlar; konak ve evleri pek berbat!" diyor. Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye Camii ve muhteşem külliyesini yaptırırken, Topkapı Sarayı'nı terk edip Mimar Sinan'a büyük bir saray yaptırmayı denememiştir. Sinan'a bütün devlet ricali camiler yaptırırken, kendisinin aynı kişilerden konak siparişi aldığı söylenemez. Sokullu Mehmet Paşa Camii gibi bir eseri yaptıran ünlü sadrazamın, ne de onun selefi olan cami ve kervansaraylarıyla ünlü Rüstem Paşa'nın bugüne kadar harabesi olsun ortada kalan sarayları yoktur. Dahası, bu iki vezir zaten padişaha damat oldukları için, kendi evlerinde değil eşlerinin konaklarında oturmaları kanun icabıydı. İmparatorluk büyüktür. Kendine göre gelişkin manifaktürü vardı, tarımı bereketliydi ama harcamalar başka alanlara gidiyordu. Kanuni ve veziri İbrahim Paşa'nın Rönesans modasını izlemeleri bile dedikodu mevzuu oldu. Mütevazı yaşam seviliyordu. Kullanılan kumaşlar son derece de ince zanaat eseriydi. Çiniler kimseninkiyle mukayese edilemezdi. Ama aşırı israf yoktu. Mutfak şahaneydi. Ama yüz altınlık sos kullanıldığı görülmemiştir.
19'uncu yüzyıl Kahire ve İskenderiye'sindeki lüks hayat ve konaklar ne İstanbul'da ne de Selanik'te vardır. Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa'nın Süleymaniye'deki konağı restore edildi; buna göz atanlar bu hükme hak verir. İstanbul'a lüks tüketimi Mısırlı prens ve prenseslerin getirdiği haklı olarak söylenir. Ancak onları izleyenler, padişahın sarayı dahil pek yaya kalmışlardır.
Türkiye lüks tüketimi 1980'den sonra tatmaya başladı. Bilinçli ve tarihi mirası kavrayan bir tüketim olursa sanatlar gelişir, yoksa çok parayla da görgüsüzlüğü yaşamak mümkündür. Bazı çabalar ve olaylar, insanın hoşuna gidiyor. Ama genelde eğri bir çizgi var. Mesela, İstanbul'un tarihi semtlerinde modern hayatı bilinçli bir şekilde kuramıyoruz. Bu hal, çok olumsuz bir çizgi.