04.04.2004 - 00:00 | Son Güncellenme:
İÇİMİZDEN BİRİ / KADRİYE ALPAY Taşdelen ve Hünkar sularının, Taksim / Talimhanedeki tek su bayiiydi babam. O zaman afedersiniz kamyonet falan yok, at arabalarıyla dağıtılırdı sular. Beyoğlu, Taksim ve civarındaki gazinolara, otel ve lokantalara su dağıtırdı. Su kasalarla, küçük su şişeleriyle satılırdı. Taşdelen suyu en kıymetli suydu ve böbrek taşlarına iyi gelirdi. Susuz ev yoktu ama tabii, babamın sattığı suların içindeki mineraller nedeniyle alırdı insanlar. Gazinolarda Terkos suyu içilmezdi. Muhakkak şişelerle içilirdi. Babam gazinolara gündüzleri verdiği suların akşamları gider hesaplarını alırdı... Babam çok şık giyinen bir adam; böyle şapkası, ayakkabısı, renk uyumuyla, Beyoğlunun, hani eski İstanbul efendileri işte. Hiçbir zaman annemi ve bizi kapatmadı. Annem başörtü bağlardı ama çarşaf giymezdi, döpiyes giyerdi. Hiç unutmam, babam bizi denize götürürdü, annemi bırakmazdı denize girsin. Neden? Çok beyazsın derdi. Annem çok beyaz ve 110 kilo bir kadındı. Sen denize girme, herkes sana bakar derdi. Ama annem denize, akşam kimse olmadığı zaman girerdi yine. Annem, babamla evlendiği zaman on altı yaşındaymış. Sekiz çocuk doğurmuş annem... Ama babam güzel adam, e para da var. Annemden de korkardı, ödü patlardı annemden. Şimdi gece geç gelirdi, ben de Annem uyanık, seni bekliyor derdim, o da parmaklarının ucuna basarak yukarı çıkardı. Hem kendi gezerdi hem çocuklarını gezdirirdi. Yaşamayı seven bir adamdı babam. Hiçbirimizi sıkarak büyütmedi. Çok güzel bir aile hayatımız vardı. Varlıklıydık, hani hatta o zaman babama Milyoner İsmail derlerdi. Fakire, fukaraya babam yardım ederdi. Mahallemizdeki bazı Hıristiyanların durumları kötüydü, babam onlara da yardım ederdi. Sen diyorlardı, afedersin gavura niye verdin? Babam da diyor ki, Allah insanı Türk, Ermeni yaratmamış, Allah insanı insan yaratmıştır diyordu. Öyle bir Ermeni aileleri vardı ki, ekmekleri yoktu yemeye. Çamaşıra giderdi kadınlar. Annem eve alırdı onları, yedirir, yıkardı. Onların çocuklarıyla arkadaştık biz. Bakkalı kasabı hep Rumlar işletirdi. Arnavutlar ise sebze satardı." "İstanbul / Süleymaniyede1934 yılında doğdum. Annem de babam de İstanbullu. Babamın işi dolayısıyla dört yaşında Taksime gelmişiz. Ondan sonra bütün hayatımız orada geçti. Taksimde, Talimhanede babamın dükkanları vardı, orada büyüdük. Taksim İlkokuluna gittim. Kırk beşinci ilkokul. Bütün kardeşlerim de öyle. Biz sekiz kardeşiz; altı kız, iki oğlan. Bir erkek kardeşim vefat etti. Ondan sonra orta ve liseyi Nişantaşı Kız Enstitüsünde okudum. Oradan ayrıldım ve 1952de Rıdvanla nişanlandım. Yıllarca bekledik birbirimizi. Ondan sonra askerden geldi, düğünümüz yapıldı, 1956da. Büyük oğlum Yalçın Alpay 1957de dünyaya geldi. Sonra küçük oğlum 1965te doğdu. Allah ona uzun ömür vermedi. Allah büyük oğluma uzun ömür versin. İki torunum ve gelinim var. Eşim sağ, hayatta. Beraberce yaşayıp gidiyoruz. Yaşam hikayemin kısası bu." "Evimizde de gayrimüslim komşularımız vardı. Onlardan biri de Bercui teyzemizdi. Biz ona Ermenice morakur (teyze ) derdik. Hemşirelik yapmış. Mahalledeki çocuklara iğneleri yapardı, sabahları biz onunla kahvaltı ederdik. Kardeşi Hripsime ablayla da görüşürdük. Daha sonra onların da kızları oldu. Hatta Hripsime ablanın kızı Ani, Kadıköyde eczanesi açtı daha sonra. Geldi, bir gün dedi ki, Eczaneme geliyorlar, gavur diyorlar, benden şey almıyorlar... Çoğunun evinde banyo yoktu, bizim eve gelip banyo yaparlardı. Kadir günü ve bir gün evvel ve ertesi gün, üç gün oruç tutarlardı. Bizim orucumuzu tutarlardı. Çocuklarımız doğardı, gelir onları yıkarlardı. Hatta Bercui teyzenin kocası öldüğü zaman, bana seslendi, Kadriye canını veremiyor dedi. Gittim, Bercui teyze, zemzem veriyim mi? dedim. Kızım dedi, suyun Müslümanı, Türkü olmaz dedi, ver suyu dedi. Daha sonraki yıllarda evlendim. Hiç unutmam hamileyim, anneme söyleyemiyorum. Bercui teyze çekti beni, Kızım dedi hamile misin? Böyle önüme baktım. Yok Bercui teyze diyebildim. O da Utanma kızım, söyle dedi, söyleyiverdim. Kardeşi Hripsime abla da öldü daha sonra. Ölmeden derdi ki, Ben ölürsem bana gavur helvası yapmayın. Müslüman helvası yapın. Müslümanlar olarak ona helva yaptık. Komşularımız çok iyi insanlardı... Hatta hatırlarım, ben küçüktüm Rumların karnavalı olurdu. Maskeler takarlardı yüzlerine kadınlı, erkekli. Ellerinde kepçeler, tenekeye vururlardı, Haydi koriçakimu geliyoruz, haydi koriçakimu, ela, manamu derlerdi. Yani gel, gel, hadi geliyoruz, kızım geliyoruz demek istiyor. Karartma seneleri, İkinci Dünya Savaşı yılları... Biz maskara diyorduk o zaman, karnaval yaparlardı. Ondan sonra, kadınlı erkekli sokakta taşlı biko oynarlardı. Caddelerde karanlıkta, topu bir yere atarlar, birbirlerini kovalarlardı. Hep bir yerlerde toplanır, eğlenirlerdi. Hayde rakadaki, mezedaki, hayde biberedaki, hayde koriçakimu, ela, ela kondamu, Gel kucağıma, beraber şarkı söyleyelim derlerdi Rumlar... Fakat sonra Talimhanedeki huzurumuz bozuldu. 6-7 Eylülde (1955) biz annemle Bursaya gitmiştik. Ertesi sabah geldik. Karaköy de vapurdan indiğimiz zaman, yol bulamadık yürüyecek. Askerler yolu tutmuştu böyle. Nemci Rıza mağazası vardı, kumaş satardı onun bile mağazası yıkılmıştı; top top kumaşlar sokaklardaydı. Arabalar, kuyumcu dükkanları, bütün hepsi yakılmış, yıkılmıştı. Bir tek dükkan, Beyoğlunda Allah rızası için sağlam yer kalmamıştı. Bu Rum mezarlığından ölüleri çıkarttılar. Babamın yanında Barones vardı, bir de pastacı Ahilya... Onları babam korudu. Bercui, Hripsime teyzelerin kocalarını da eve aldı. Onların Talimhanede dükkanlarını yıktılar. Birçok kimse o dükkanlardan aldıklarından zengin oldular. Bence Türkiyenin ekonomisi, 6-7 Eylülden sonra bozuldu. Çünkü devlet para ödedi. Ondan sonra Türkiye çöktü. Komşularımızın çoğu gitti, Yunanistana gittiler. Sessizce gittiler, hiçbir şey söylemediler, kapattılar evlerini gittiler. Türkler onların evlerine el koydular. O kadar insanlıkları vardı ki, ne dedikodu bilirler, ne bir ahlaksızlık bilirler, ne fesatlık bilirler. Şimdi bir Rum nerde bulacaksınız. Var mı bugün, varsa da çok ihtiyarları var. Onlar da zaten konuşamıyorlar korkudan." Taşlı biko Sonra Nişantaşı Kız Enstitüsüne gittim. Bütün ortaokulun dersleri, bunun yanında da sanat dersleri, hem de nakış, dikiş, ev idaresi, çiçek, çocuk bakımı, hep bunları alırdık. Bir de yabancı dil seçtik... O dönemde kız arkadaşlarımın hepsinin flörtleri vardı, hatta hepsinin sevgilileri vardı ama benim baba korkusundan sevgilim olmadı. Hemen de yanımızda Işık Lisesi vardı, Terakki Lisesi vardı, Amerikan Koleji arkamızdaydı. Kızlar onlarla flört ederlerdi. Taksim Sinemasının locaları vardı, oraya giderlerdi. Türk de giderdi, Rum da giderdi, Taksim locaları meşhurdu o zaman. Öyle sokakta gezicem, flört edicem, Rıdvanla buluşucam, yok öyle şey, benim kitabımda yoktu. Onun için bizim gençliğimiz mazbuttu. 1953 yılında evlendik Rıdvan bey ile. Evliliğimde huzursuzluk yaşamadım. Zor günlerimiz oldu, hayatla mücadele günlerimiz ama bunu kimse bilmedi. Herkes bizi çok zengin biliyordu. Çocuklarımızı korurduk. Hiç bilmem eşimin dışarıda bir gün içki içtiğini, bir gün evine sarhoş geldiğini, bir gün gazinoda zamparalık, 50 senedir hiç görmedim. Ee bundan sonra da yapamaz zaten, ihtiyarladı, bana kaldı." Nişantaşı Kız Enstitüsü "Babam gündüz sularını bıraktığı gazinolara, mesela Kristal Gazinosuna, geceleyin gider, parasını alırdı. Dolayısıyla beni de götürürdü, bazı geceler... Camlı Köşk derlerdi gazinoya, her tarafı camdı. Hacı Hamdi beydi oranın sahibiydi. Oraya Ankara radyosundan sanatçıları getirirlerdi. O zaman İstanbulda böyle sanatçı yok. Mesela Mualla Mukadder, ben sekiz yaşındaydım, Kristal Gazinosu nda okurdu. Mualla Mukadder şarkılarını iki buçuk liraya okurdu gecede. Bir tek şarkısı vardı hatırladığım, Aman sarı buğday başıyım, güzeller yoldaşıyım... Gazinonun orada babamı beklerken oyun oynardım, sahnenin arkasında. Bir ayna, aynanın etrafında şöyle ışıklar, assolistin odası vardı. Ama soğuktu. Gazinoda büyük bir soba kurulur, assolistler orada ısınırdı. Tahta, talaş bir yerdi assolistlerin giyindiği yer. Zaman zaman beni severlerdi falan... O zamanki matinelerde şimdiki gibi bağıran çağıran yok. Önünde masan var, gayet güzel garsonlar hizmet eder. Sesin çıkmayacak, ondan sonra oturacaksın. İşte o günkü mönü neyse onu yiyeceksin, şimdiki gibi çıkıp oynamak falan yok. İsmail Dümbüllü assolistlere düet yapardı. Hamiyet, Müzeyyen, ondan sonra Mualla Gökçer, Mualla Mukadder, sonradan Perihan Altındağ assolist oldular.... Yine o zamanlar, bir tek Muammer Karaca Tiyatrosu vardı, bir de şehir tiyatrosu ve ses opereti... Bir de bu Cem Karacanın annesinin oynadığı; Toto Karaca ile babasının oynadığı İstanbul Tiyatrosu vardı. Sonra Yeni Melek Sineması benim gençliğimde yapıldı. Her hafta giderdik. O zaman tiyatroları, sinemaları hiç kaçırmazdık."Kaynak kişi önerilerinizi ve maddi desteklerinizi bekliyoruz. Telefon: (0212) 327 86 58 Faks: (0212) 227 37 32 e-posta: tbct@tarihvakfi.org.tr Proje danışmanları: Doç. Dr. Aynur İlyasoğlu, Doç. Dr. Esra Danacıoğlu Görüşmeyi gerçekleştiren: Hakan Koçak Deşifre / redaksiyon: Sevil ÜzrekGörüntü kaydı: Tamer Üstel Yayına hazırlayan: Tuba Çameli "Aman sarı buğday başıyım, güzeller yoldaşıyım" www.tarihvakfi.org.tr Gelecek hafta: Fehmi Gürleyici, ülkemizde sanayinin gelişimini anlatıyor...