Pazar“Kötü kızarmış patatesten, kötü cümle kurmuş gibi utanırım”

“Kötü kızarmış patatesten, kötü cümle kurmuş gibi utanırım”

26.06.2011 - 02:30 | Son Güncellenme:

Çalışan kadınların, hele bir de annelerse, yemek en büyük dertleridir. Öyle denir.

“Kötü kızarmış patatesten, kötü cümle kurmuş gibi utanırım”

Eve girdiği anda atom karıncaya dönüşen kadın “pratik” bir şeyler hazırlama yoluna gider çoğunlukla. Yazar, düşün insanı Alev Alatlı ise bunun böyle olmayabileceğini anlatıyor yeni kitabında. Evet, Alatlı’nın kaleminden bir yemek kitabı var karşımızda! Kendi kızı Funda’dan yola çıkarak temposuna hayran olduğu genç kadınlara, geleneksel tatlarımızı anlatmanın bir yolu olarak yazmış kitabı. Yemekler gözünüzü korkutmasın. Her “zorluk” için bir çözüm yolu var Alatlı’nın. Bunun yanında, belki en az bunun kadar önemli olan başka bir şey:


Çok farklı isimlerde, örneğin Pilotlar Günü, 23 Nisan için yemek mönüleri hazırlamışsınız. Yazarlığın, yaratıcılığın ve yemek tariflerinin bir birleşimi mi bu?
Kısmen. Tabii insan yakın çevresinden ve kendi hayatından yola çıkıyor. Genelde 23 Nisan Partisi olmaz değil mi? Ama hayır, 23 Nisan Partisi oluyor. Evde çocuk varsa, okula gidiyorsa, o gün illa ki bir çocuk ekibini ağırlıyorsunuz. Bizim tecrübemizde bu böyle oldu. Fakat esası şu: Birbirimizi yeterince onurlandırmadığımızı düşünüyorum. Mesele burada. Sürekli kendi kendimizi aşağılayan bir toplumuz. Bu yaralayıcı ve moral bozucu tabii. Zaten aptal olduğumuzu Aziz Nesin’den beri bilirdik. En iyi örneği de bu Stockholm sendromu konusuydu. Çok ayıp olmasının ötesinde ırkçılık bu. Söylemeye çalıştığım, bu yarayı sarmamız gerektiği ve bunu ancak birbirimizi onurlandırarak yapabileceğimiz. Onurlandırmanın en emin yollarından biri de sofradan geçer, ekmek paylaşmaktan, tuz paylaşmaktan geçer, birlikte ekmek kırmaktan geçer. Niye Pilotlar Günü yapıyoruz? Kendileri buluşup kutlasınlar diye mi? Pek çok kişinin bir pilot komşusu vardır değil mi? O zaman onu onurlandırmak gerek.

“Müzik evrenseldir derler; yemekle kıyaslanırsa zurnanın zırt deliğidir”

Yani yemek aynı zamanda toplumsal bağları güçlendirmenin bir yolu...

Kesinlikle. Bence en önemli yolu. Müzik evrenseldir derler. Yemeği düşününce, müzik zurnanın zırt deliği olur. Çok daha asli bir olay müziğe kıyasla.

Yemek yemek bir haz, tutku ve giderek gusto sahibi olmakla ilişkilendiriliyor. Bu daha ziyade evin dışında bir yol. Ancak siz yemek yemeyi evin içine alıyorsunuz.
Tabii ünlü şefler gibi her şeyin bir ustası var. Ama New York’ta 5. Cadde’de açılan bir sergideki dizaynın benim yan komşuma ne kadar faydası varsa, bu durumun da o kadar var. Doğrusunu söylemem gerekirse beni de önce yan komşum ilgilendiriyor. Benim derdim başka. Üstelik bunu, benim köyümün bulgur pilavı iyidir, gel yine bulgur pilavı yiyelim, diye yapmak zorunda da değiliz. Bu hayatın asli unsuruna sahip çıkmakla ilgili. Bunu genç kadınların ıskalamasını durdurmaya katkıda bulunmak için yazdım.

Dışarıda yemek yer misiniz?
Nadir olsa da evet. Hiç denemediğin bir şeyi tatmak fena bir fikir değil ama mutfaklar bir ülkeden başka bir ülkeye gidince ister istemez değişiyor. Amerika’da yaşadığım yıllardan biliyorum. Asla bizimki gibi bir çoban salatası yapamazsın. O yüzden İstanbul’da farklı ne yiyeceksin? Thai yemeği mi? E onu ben de yaparım.

“Gelenekleri kaybediyoruz diye oturup ağlamanın bir anlamı yok”

Çocukluğunuzda nasıldı sofralar? Kalabalık bir aile içinde büyümüşsünüzdür diye düşündüm. Öyle miydi?
Maalesef değil. Annem gerçekten iyi yemek yapardı, özenliydi. Yemek adabı tamdı. Yalapşap sofranın kınandığı bir dönemin çocuğuyum ben. Ama bu kitabın bir diğer yazılma sebebi de “geleneklerimizi kaybediyoruz” yakınmasına bir duruş sergilemektir. Ağlanmanın bir anlamı yok. Bunu sindiremiyorsak bir katkıda bulunmak gerekiyor. Ben sindiremiyorum çünkü tekdüze bir dünyanın çok tatsız bir dünya olacağına inanıyorum. Bu küreselleşme meselesinin içimi yakmasının bir nedeni de budur. Giyimde, yemekte, müzikte, ev eşyasında tekdüze hale geliyoruz. Büyük bir dünya pazarının gönüllü tüketicileriyiz. İtalyan mutfağı gibi. Onun bu kadar yaygın olmasının nedeni endüstrileşmesi. Sonuçta bir spagetti kimsenin standardıyla aman aman bir iş değildir. Ama fesleğenini pesto sos yapıp, kavanoza koyup, üç kuruşluk şeyi 30 kuruşa satıyorsun. Böyle bir pazarlamanın karşısında yerel mutfakların dayanması son derece zordur, kendi geleneğine kendin yapışmazsan.


“Organik ürün kullanmak bir fantezi...”

Organik ürün kullanmak gibi bir tercihiniz var mı?
Organik meselesinin de sınıfsal bir konu olduğunu düşünüyorum. 6 milyar, belki daha fazla insanız dünyada. Bunların hepsini kim doyuracak? Organikle, beş misli para ödeyebilen belli grup bir insan kurtarabilir kendini. Evet, mutlak eşitlik söz konusu değildir, tamam. Ama bu her zaman, her şey gibi üst sınıfın bir tüketim malzemesi olacaktır. Asla yaygınlaştıramazsınız. Bir organik elmanın bir kilo fiyatına bakın. Normalin beş katı. Bakın, Kyoto Protokolü’nün imzalanmadığı, deodorant kullanımının durdurulmadığı bir dünyada organik ürün tüketiminin biraz tuhaf olduğunu düşünüyorum. Tabii herkesin bir fantezisi var. Monoksit gazının bilmem ne seviyesine fırladığı büyük bir şehrin ortasında kurulan pazardan organik kuşkonmaz almak... Bunlar fantezi. Fakat bunları ulvi ve yadsınamaz doğrular gibi anlatmak tuhaf.


“Damak bağnazlığı kötüdür, başka bağnazlıklara götürür”

Siz ne zaman tam anlamıyla mutfağa girdiniz?
En büyük şansım çocuğumun olması. Hayatımın denge unsuru o. Erkeğin kalbine giden yol mideden geçer derler ya, doğrudur. Kaba söylenince irkiltiyor ama doğrudur. “Biri sekstir, biri midedir” gibi bir mantık değil. Evde ve birlikte olmakla ilgili. Çocuklar için de geçerli. Büyük şehirde, tehlikelerin içinde yetiştirdiğin çocukları eve bağlamada önemli bir unsur. Hamburger istiyor ve yapıyorsun. Sonra “Evdeki hamburger daha güzel” demeye başlıyor.

Yoğun çalıştığınız zamanlarda bile yemek konusunda aynı özeni gösterebiliyor musunuz?
Tabii. Bu, hayatın bir gereksinimi. Sadece beni değil, eşimi dostumu, misafirimi de ilgilendiren bir şey. Bu evde altı kişiyiz ama hemen her gece misafir vardır. Sofraya pek ender altı kişi otururuz. O zaman o sofranın kabul edilebilirliğini gözetmek gerekir. Ben kötü kızarmış patatesten utanırım. Sanki kötü cümle kurmuş gibi. Tek sebebi de dikkatsizlik, boşverciliktir. Çocuğa yemek yaparken de birinci kural özen. O çocuk başkalarına özen göstermeyi öğreniyor. Özen göstermediğimiz bir dünyada nasıl ayakta duracak insanlar? Yemeğin bağnazlıkları kıracağını da düşünüyorum. Damak bağnazlığı kötü bir şeydir ve diğerlerini beraberinde getirir. Bu dünyada çekirge bacağı yiyerek hayatta kalanlar varsa, çekirge bacağına iğrenerek bakmamak gerek. Bir sebebi var. “İğrenç” diye bakmadığınızda, çok barışçıl ve kardeşçe bir yere varırsınız. Asıl noktayı söyleyeyim. Temel dertlerimden biri üstencilik. Bunu yemek ve sofra ile çok hızlı nakledilebildiğini görüyorum. Galiba buna bir alerjim var. Hegamonik bir şey. Dikkat ederseniz, yabancı sos verdiğim zaman yanında tariflerini de yazdım. Şişede geliyor diye, bu soslar roket yakıtı değildir. Pesto örneğin, naif bir sostur. Niye şişede olsun ki. Gereği yok.

Hazır olanlar aynı zamanda standart oluyor. Kendi hazırladığınızda bir özgünlük var sanıyorum.
Aynen öyle. Standart, pahalı ve gereği yok. Ve bence hegemonyayı pekiştiriyor. Alt tarafı bir kilo domatesle yapabileceğiniz salsayı, süsü ve etiketi yüzünden dışarıdan aldığınız zaman o hegemonyanın bir parçasına dokunuyorsunuz. Bakıyorsunuz gündelikçi kız geliyor, bir paraya çalışıyor evine giderken kavanozda reçel alıyor. Tarhanasını yapmıyor neden? Bir reçel kaç dakikada pişer? Git banyonu yap, o pişer. Üretim dışı kalıyorsun, edilgen oluyorsun. Bunun gereği yok.