07.07.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
SOFRADA BAŞ BAŞA / Yayına hazırlayan: GÜLİZ ARSLAN
Bu sofrada herkes misafir de ben bugün kendimi biraz ev sahibi konumunda hissediyorum. Sekiz yıl aradan sonra tekrar Milliyet’teyim. Geçen yıllar önemli değil, önemli olan “nerede kalmıştık?” duygusu... Şimdi kaldığımız yerden, hayat bize yeni şeyler öğretmiş olarak, devam ediyoruz...
Öncelikle masanın öteki tarafındaki ağırlığın, Mustafa Said Yazıcıoğlu’nun hayat hikayesini özetlemem lazım.
1949’da Trabzon’da doğdu. Medrese eğitimi alan babasını pek görmedi. Anne ev işlerinden sonra tarlayla uğraşırdı. Hayat şartları çok zordu. Oyuncak diye bir şey yoktu. Kara lastik bir ayakkabı alındığında giymeden günlerce yatağın yanında muhafaza edilirdi. Geceleri evin etrafında kurt ulumaları çok korkuturdu...
Yıllar geçti ve baba Mustafa Hoca, Muğla-Milas’a müftü tayin edildi. Aile yollara düştü. Said, ilkokul ve ortaokulu Milas’ta okudu.
Müftü caddeden yürürken, bir takım esnaf ayağa kalkar, hürmetle selam verir, sonra işlerine devam ederlerdi. Bu esnafın çoğu Yahudidir. Müftü efendi de onlarla oturur, çaylarını içerdi. Said bunları görerek büyüdü. Babasının da isteği ile Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi’ne girdi. Bir yıla yakın Diyanet’te çalıştı. 1972-1977 yılları arasında doktora için Fransa’ya gönderildi. 1988’de profesör oldu. 1987-1992 yılları arasında 14’üncü Diyanet İşleri Başkanı olarak görev yaptı. 1993 yılında YÖK’e, 1994 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı’na atandı.
3 Kasım 2002 seçimleri ile AK Parti Ankara milletvekili olarak Meclis’e girdi.
22 Temmuz 2007 seçimleri ile tekrar Ankara milletvekili seçildi. 29 Ağustos 2007 tarihinde kurulan 60’ıncı hükümette Devlet Bakanı olarak görev aldı. Diyanet de ona bağlıydı.
1 Mayıs 2009 tarihindeki Bakanlar Kurulu değişikliği ile görevinden ayrıldı. 12 Haziran 2011 seçimlerinde aday olmadı ve siyasetten çekildi. Akademik hayatına İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde devam eden Said Yazıcıoğlu, “Süper Vali” olarak da bilinen merhum
Vali Recep Yazıcıoğlu’nun kardeşidir.
Mehmet Gündem: Akademisyen, bürokrat ve siyasetçi...
Said Yazıcıoğlu: Üçü aynı anda olmuyor, en fazla ikisi... Üçü de farklı alanlar, hele siyaset... Diğerlerinden
çok başka.
Mehmet G.: Bu kimlikler birbirini olumsuz etkiliyor mu?
Said Y.: Siyaset işin içine girince mutlaka etkiliyor. Çünkü akademisyenin belli bir duruşu olur ama siyasette ayın çizgiyi sürdürmek hep çok olası değil.
Mehmet G.: 37 yaşında Diyanet İşleri Başkanı oldunuz. Neydi sizi tercih etmelerinin sebebi?
Said Y.: Diyanet İşleri Başkanı olduğumda hiçbir bürokratik deneyimim yoktu. Teklif eden Bakan Kazım Oksay’a: “Benim bir apartman yöneticiliğinin dışında yönetim tecrübem yok. Bir kapıcıyla mücadele edemedim, mide hastası oldum” demiştim.
Mehmet G.: Bunu tevazu olarak algılamışlar...
Said Y.:Tevazudan ziyade herhalde mutabakat sağladıkları çok fazla isim çıkmadı.
Mehmet G.: Diyanet zor kurum.
Said Y.: Çok... Oraya o yaşta gelince insanın üzerine tonlarca yük biniyor.
Mehmet G.: Bu zorlu dünya yetmedi mi de siyasete girdiniz?
Said Y.: Siyasete davetle girdim. Siyasete geçtiğim zaman, devletin
çalışma şeklini pek çok detayına
kadar özümsemiştim.
“Siyasetin hep acelesi, hesapları vardır”
Mehmet G.: Ağırlık kimdedir, siyasilerde mi, bürokratlarda mı?
Said Y.: Bürokratik kimlik Türkiye’de hep daha ağırdır. Öyle ki, Sayın Başbakan bunca yıllık iktidara rağmen bazen bürokratik oligarşiden şikayetçi olur.
Mehmet G.: Siz de şikayet ettiniz mi?
Said Y.: İster istemez... Bakanlığın bir kısmı tekniktir. Size bağlı kurumlar vardır, onların işleyiş düzeniyle ilgilidir. Öbür tarafı siyasidir. O dengeyi sağlamak kolay değil. Siyasetin beklentisi farklıdır, bürokratik mekanizmanın çalışması farklıdır. İkisini bir araya getirip aynı anda yürütmektir zaten ustalık.
Mehmet G.: Biraz hükümette yavaş kaldığınız yönünde şikayetler oldu mu?
Said Y.: Hayır, ben işin iki tarafını da bir şekilde götürmeye çalıştım. Siyaset geniş vizyonla pek ilgilenmez, kısa sürede ne alacağız ona bakar.
Mehmet G.: Siyasetin hep acelesi var...
Said Y.: Acelesi vardır, hesapları vardır. Mesela benim istediğim Türkiye’deki din algısının şekilsel bir anlayıştan öze doğru yönelmesini sağlamak, ikincisi camileri tüm topluma hitap eden bir yapıya kavuşturmak. Bunun için birikimli insanlar gerekiyor. Bakın bir şey söyleyeceğim; camilerde yüz bin görevli var, her hafta 20 milyon insana bir saat boyunca vaaz ve nasihat ediliyor. Bu aslında bir kitle eğitimidir, fakat dönüşler pek iç acıcı değil.
“Turgut Özal sizin işinizi kolaylaştırmıştı”
Mehmet G.: Halbuki bu imkan başka hiçbir yerde yok. Peki sizce Diyanet şu anda siyasetin tamamen dışına çekildi denilebilir mi?
Said Y.: Çok zordur o. 20 yıl önce söylediğim bir şeyi hatırlattılar; “Anayasa, Diyanet’e diyor ki; ‘Bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak hizmet eder’. Ama sonra onu bir siyasi parti mensubu bakana bağlıyor. Siyasetin birçok talebi olur, sizin üzerinizde bir yük oluşur haliyle. “E, biz nasıl bütün siyasi düşüncelerden uzak kalarak hizmet edeceğiz?” diye sormuşum.
Mehmet G.: Fakat Turgut Özal sizin işinizi kolaylaştırmıştı, hatırlayın...
Said Y.: Çok fazla hem de. İlk başkanlık görevimden sonra ziyaretine gittiğimde elini omzuma koydu ve “Sana en zor görevlerden birini verdik. Siyasetin burayla ilgili bir sürü talebi olur. Onları fazla kırıp dökmeden bildiğin gibi yap, arkanda ben varım” dedi. O yüzden ben ayrıcalıklı bir bürokrattım.
Mehmet G.: Tayyip Bey’le (Erdoğan) çalışırken, bir bakan olarak sorun yaşadınız mı?
Said Y.: Pek bir sorun yaşamadım, öyle bir dayatma da olmadı. Kimi taleplerle geldi, ilgili yerlere ilettim. Uygun görülmeyenlerle ilgili de bilgi verdim. Fakat şimdi düşünüyorum, acaba Başbakan’dan geldi deyip sorgusuz sualsiz mi baksaydık...
“Hocalık bakanlığın üstünde, bakanlık bir anda gelir, bir anda gider”
Mehmet G.: Size de hâlâ “Bakan’ım” derler mi?
Said Y.: Bazen “Bakan’ım mı diyelim, Hocam mı diyelim?” diye karışıklık oluşuyor. Ama hocalık hepsinin üstünde tabii... Hocalık emek sarf edilerek ulaşılan bir unvan, ama bakanlık bir anda gelir, bir anda gider.
Mehmet G.: Ne kadar oldu siyaseti bırakalı?
Said Y.: İki seneyi geçiyor.
Mehmet G.: Bir boşluk hissettiniz mi?
Said Y.: Bakanlıktan alınınca çok büyük boşluk hissediyor insan. O kadar yoğun bir tempodan sonra... Meclis’e gidiyorsunuz “İşte benim şu tayin işim” diye içeri giriyorlar. Bir gün önce uluslararası ölçekte bir şeylerle uğraşırken bir gün sonra tayin işi falan... Yani insanın tuhafına gidiyor.
Mehmet G.: Biraz rütbelerin sökülmüş gibi...
Said Y.: Allah’a şükür ki bu tür makamlara bağımlılığım yok. O devletin arabalarına bindiğim zaman sürekli bir rahatsızlık hissediyordum. Bunu hissettiğiniz zaman işin o tarafını yaşayamıyorsunuz. Bakanlığı bıraktıktan bir gün sonra yürüyerek Meclis’e gideyim dedim. Kırmızı ışıkta durdum. Biri fotoğrafımı çekti ve ertesi gün: “Kırmızı plakadan kırmızı ışığa” diye yazmışlar.
Mehmet G.: Devlet eski bakanlarına da araba veriyor, beş yıllığına...
Said Y.: Görevimin bittiği cuma günü ilan edildi, cumartesi arabayı teslim ettim. Bunlar ayarlanıyormuş ayrılmadan önce. Benim öyle bir talebim olmadı. Ben böyle daha rahatım.
Mehmet G.: Kabine revizyonunda siz de bakanlıktan alındınız. Başbakan da Balıkesir’de bir konuşmasında; “Birileri görevden alındıysa vardır bir sebebi” gibi bir konuşma yaptı...
Said Y.: Evet ama ben onu hiç üzerine almadım. Sonra gazeteciler sorular sormaya başlayınca üzüldüm. Başbakan’a hissiyatımı ifade eden bir mektup yazdım.
Mehmet G.: Başbakan gönlünüzü aldı mı?
Said Y.: Yüz yüze almadı ama tavırlarıyla, üslubuyla aldı. Gördüğü yerde halimi hatırımı sordu. Bu kadar yoğun meşgale altında olan birine olumsuz duygular beslemek için hiçbir gerekçem yok. Çünkü bir yere getirilirken iyi de, alındığında kötü, olmaz. Ama o konuşması kastı aşan bir ifadeydi, nasıl oldu ben de bilmiyorum. Zaten kendisi de bunun eleştirisini yapmıştır. Hak etmediğim bir şey konusunda mutlaka bir tepki veririm.
“Alevi açılımında pek açılamadık”
Mehmet G.: Alevilik açılımı sizin bakanlığınız döneminizde tartışılmaya başlanmıştı. O günden bugüne ne oldu?
Said Y.: Ben konuyu Sayın Başbakan’a, “Bir kısım Alevi vatandaşımızın sıkıntıları zaman zaman gündeme gelir. Bir şeyler konulur daha sonra yine kaybolur. Biz Avrupa Birliği’yle müzakere sürecindeyiz.
Başka din mensuplarıyla oturup ‘nasıl ortak bir zemin bulabiliriz?’ diye konuşurken kendi vatandaşlarımızın yıllardır dile getirdikleri bir takım sıkıntıları var. Bunları da konuşalım” şeklinde ifade ettim.
Mehmet G.: Size “Alevi açılımının fikir babası” diyebilirim...
Said Y.: Evet. Başbakan, “Sen bu konuyu çalış” dedi. Onun üzerine, bu konularda yetkin bir isim Necdet Subaşı’yı danışman aldım ve bir yol haritası çizdik.
M G.: Geldiğimiz nokta nedir sizce?
Said Y.: Somuta dönüşen fazla bir şey olmadı. Alevi vatandaşlarımızın şikayetlerinin devam ettiğini görüyoruz. Zaten bunların bir anda kesilmesi söz konusu olamaz, ama hissedilir bir iyileşme olmalıydı... Alevilik açılımında pek açılamadık.
“Bir Başbakan’ın yüzüne telefon kapattınız mı?”
Mehmet G.: Sizde bir fevrilik oluyor mu? Arada bir?
Said Y.: Ben biraz geç fevrileşirim ama fevrileşince de çok kötü fevrileşirim.
Mehmet G.: Bir Başbakan’ın yüzüne telefon kapattınız mı?
Said Y.: Ne haddimize ama benzer bir olay yaşadık evet.
1990 yılında meşhur Hac krizi olayı. Bizim zaten hac kontenjanı hep sıkıntılı olurdu. İlave kontenjanlar alırdık vs. O sene ilave kontenjan alımında sıkıntı oldu. Dolayısıyla
o sene karayolu haccını iptal ettik. Tabii Sayın Başbakan Yıldırım Bey (Akbulut) ile konuşup onaylarını aldık. Vatandaşlarımız da sıkıntı çekti. Siyasiler başka yerlere çektiler, Başbakan’a da biraz yüklendiler. Sıkıntılı bir günde Başbakan telefon etti: “Olmadı bu iş ” dedi. “Efendim; konuştuk, sizin onayınızı alarak yaptık” dedim.
O, yine üsteledi, ben “Olmadı, ne yapalım?” dedim. Yine üsteledi,
ne yapayım, gidip yüksek bir yerden mi atayım kendimi?” dedim. Bir sessizlik oldu, “Ne bağırıyorsunuz?” dedi. “Bağırtmayın o zaman insanı, yani yapacak bir şeyim yok” dedim ve kapattım.
“Yemeye düşkünlüğüm yok, hemen ayaküstü hallederim”
Mehmet G.: Ramazan geldi. Şimdi Diyanet İşleri Başkanı Said hoca kimliğiniz ile konuşalım. Ramazan’a nasıl hazırlanıyorsunuz?
Said Y.: Evimden uzak olduğum için Ramazan’ın o havasını teneffüs edecek konumda değilim. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde bir araştırma merkezinin başında çalışıyorum. Ramazan tabii ki insanın normal çalışma gücünü aksatır. Bizim işimiz güce dayalı olmadığı için daha rahat oluyor haliyle. Din bende hep muhasebe duygusunu öne çıkarır. Haliyle Ramazan bu daha bir belirgin hissedilir.
Mehmet G.: Siz de sanki dinin duygusundan ziyade dinin akli tarafı daha ön plandaymış gibi, öyle mi?
Said Y.: Doğru. Dinin bir tasavvufi, mistik yönü var ben o yönden çok fazla içine girmiş değilim. Daha çok dinin temel, rasyonel esasları ilgilendiriyor beni.
“Gurme olmak biraz da kabiliyet isteyen bir şey”
Mehmet G.: Yani Türkiye’de sokaktaki bir insan Ramazan’ı nasıl geçiriyorsa,
siz de öylesiniz...
Said Y.: Aynı ülkede yaşıyoruz, nihayet herkes gibi ortak paydalarımız var.
Mehmet G.: Yemek, az mı yersiniz?
Said Y.: Öyle düşkünlüğüm yok. Geçiştiririm ufak tefek, ayaküstü hallederim. Ne bulursam onunla
idare ederim.
Mehmet G.: Sakın üzerinize alınmayın ama arkadaşlarıma ben böyle desem, bana şöyle söylerlerdi; “Ne kadar da zevksiz bir adamsın...”
Said Y.: O da bir kültürdür. Bir kısım gurmelerin programlarına bazen bakıyorum çok enteresan geliyor bana.
Mehmet G.:Adam tadına bakıyor
hangi dağda yetiştiğini söylüyor.
Said Y.: İnanılmaz bir şey. Biraz da kabiliyet...
“Dua okurken dilin önemi yoktur”
Mehmet G.: Biz toplum olarak dua ederiz.
Said Y.: İçten nasıl geliyorsa o şekilde dua etmek lazım. Dilde pek önemli değil, kendi dilinden de olur, Arapça da olur. Hem gayret hem dua birlikte olmalı.
Mehmet G.: Sizin aksatmadan, çok tekrar ettiğiniz bir duanız var mı?
Said Y.: Babamın sıkça okuduğu bir dua vardı, o duayı ben de çok sık okurum.
Mehmet G.: Nedir?
Said Y.: “Ya Rabbim! Beni yarattın, ben senin kulunum. Senin vaat ettiğin yol üzerine gidiyorum. Her türlü kötülükten sana sığınırım. Her türlü günahlarımın affı için sana niyaz ederim...”
Mehmet G.: Bu bir baba duası değil mi? Bir de bu “Duaların Şah’ı” diye de geçer kitaplarda, yani Peygamberimiz’in de çok sık yaptığı dua olarak kabul edilir.
“Abim ‘Ben tek kişilik partiyim’ diyerek siyasete girmeyi reddetmişti”
Mehmet G.: Böyle bir soru aslında sormam ama aklıma engel olamadım. Abiniz, “süper vali”, “aykırı vali”, “devlet gibi vali” unvanlarıyla tanınan ağabeyiniz Merhum Recep Yazıcıoğlu hayatta olsaydı siyasete girer miydi?
Said Y.: Zamanında bu kendisine de çok soruldu.
AK Parti’den hem kuruculuk
hem de sonra milletvekilliği teklifi yapıldığını biliyorum. Ama o
“Ben tek kişilik bir partiyim, bir yere girersem kendim de huzursuz olurum etrafımı da huzursuz ederim, beni mazur görün” diye özür beyan etmişti.
Mehmet G.: Onu bir trafik kazasında 2003’te kaybettiniz...
Said Y.: Denizli’ye gittikten
7.5 ay sonra, 2 Eylül’de kaza oldu. İnsanın içine doğar derler ya... Bana basit bir kaza diye söylediler. Öyle bir sıkıntı bastı ki beni. Hemen koştum... Üç gün hastanede yoğun bakımda kaldı. Allah hiç kimseye göstermesin... Çaresizlik çok kötü... Bütün millet bekledi, dua etti...
Bir insanın kendini vererek hizmet etmesi durumunda toplumun onu nasıl sahiplendiğine çok tipik bir örnektir. Cenazesi çok kalabalıktı... Benim hayatında babamın ve ağabeyimin etkisi büyüktür. İkisini de kaybettim. Babam o zor şartlarda medrese eğitimini tamamlayıp Diyanet hizmetine geçmeseydi, dağlarda çoban olarak kalmak dışında fazla bir seçeneğimiz yoktu. Ağabeyim
Vali bey, Türk idari hayatında kolay silinmeyecek izler bıraktı. Mevcut idari yapıyı sarsan uygulamaları ve yöntemleriyle çok farklı bir üslup geliştirerek genç yöneticilere model oldu.
Mehmet G.: Türkiye’de o seviyede olup da böylesine iz bırakmış insan çok az...
Said Y.: Aklıma bir şey geldi; o günlerde arayan arayana. Hastanede ve sonrasında. Telefon çalıyor: “Said Yazıcıoğlu musunuz?”,“Evet”, “Bir dakika, sayın milletvekilim görüşecek”. O kapanıyor, bir başkası arıyor. Çoğu da aracı kullanıyor. Yani hiç hoş bir şey değil. Ortam zaten telefonda konuşacak bir ortam değil...
Mehmet G.: Bir de herkese aynı şeyleri tekrar tekrar anlatıyorsunuz...
Said Y.: Evet... Bir ara telefon çaldı. Açtım; “Ben Hilmi Özkök” dedi. Anlamadım, kim, hangi arkadaş derken; “Silahlı kuvvetler olarak, bütün imkanlarımızla, hastane olsun, başka tür olsun,
bir şey gerekiyorsa, hazırız” deyince anladım ki, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök arıyor. O telefon beni çok duygulandırdı.
“Gezi’yi hafife almamak lazım”
Mehmet G.: Gezi Parkı hakkında Ahmet Davutoğlu, “Bu gençlik aslında bizim dönemimizin gençliği, cesareti bizden alıyorlar...” demiş.
Said Y.: Çok haklı... Sahiden o iyi niyetli, 20’li yaşlardaki gençler biz iktidara geldiğimiz zaman ilkokul çağındaydılar. Bizim iktidarımız döneminde büyüdüler. Sayın bakanın ifadesinden ben bunu anlıyorum. İşin küçüğü büyüğü olmaz. Bir zamanlar “Üç-beş tane eşkıyadan ne olacak?” dendi, iş başka bir şekle girdi. Ve söylenir ki Menderes döneminde de olaylara böyle bakılıyordu...
Mehmet G.: Çapulcu deyip hafifi almamak lazım.
Said Y.: Evet. Onun için özellikle yönetimin bu tip şeyleri analiz etmesi lazım.
Mehmet G.: Peki siz ne anladınız Gezi’de?
Said Y.: Bu tip bir hareket başlayınca oraya bir sürü başka unsurlar da süzülür. Bunlar kendilerini ortaya koymak için fırsat kollarlar. Seslerini duyurmak, propagandalarını yapmak, ortalığı karıştırmak için...
Mehmet G.: Ama bu, oradaki herkesi aynı kefeye koyma kolaycılığına gitmemeli.
Said Y.: Yok, zaten onu sayın Başbakan da dahil herkes ayırdı. İyi niyetliler bir tarafa kondu öbürleri bir tarafa kondu. Ama o iyi niyetli dediğimiz kesimin demek istediklerinin de üzerinde çok fazla durulmadı gibi geldi bana. Acaba onlar ne diye böyle bir eylemin içine girdiler? Bakıyorsunuz ekonomik sıkıntıları olan insanlar değildi çoğu. Yani bir şeyler demek istiyorlardı orada, onu anlamak, lazım.
“Mursi ve ekibi hazırlıklı değilmiş”
Mehmet G.: Mısır’da ne oluyor sizce?
Said Y.:Mısır’da çok kısa süre içerisinde çok şey oldu. 40 yıllık diktatörlük bir yıllık demokrasiye tahammül etmedi. Yönetime el koyan asker açıklama yaparken
bir tarafında Ezher Şeyhi, diğer tarafında da Kıpti Cemaati’nin ruhani lideri bulunuyordu. Bir tarafında dini meşruiyeti sağlama bakımından Ezher Şeyhi, öbür tarafında başka din mensuplarını oturtması bana çok ironik geldi. Yani Ezher, İslam dünyasında
çok önemli fonksiyonları bulunan bir müessese. Şimdi bakıyorsunuz seçimle iktidara gelen bir siyasi hareketin gidişini alkışlıyor, ki
o hareketin de muhafazakar bir tabanı var; Müslüman Kardeşler.
Mehmet G.: Bu bir senaryo mu?
Said Y.: Büyük ülkelerin başka ülkeler üzerinde bir kısım hesapları olur. Amerika’nın Orta Doğu ile ilgili hesapları olur.
İş o dur ki; o hesapları biz bozup çözüp kendi hesabımızı yürütelim.
Mehmet G.: Peki AK Parti iktidarı açısından Orta Doğu’daki bütün bu olumsuz gelişmeler, biraz hayal kırıklığı oluşturdu mu?
Said Y.: Şimdi “bahar”dan sonra “kış” lafı oluşturulmaya başlandı. Terminoloji bile bu oluşumun, dönüşümün negatif
bir yansıması. Yani Mısır’da bir ivme yakalanmıştı. Bir erk iktidara geldi, bir sene üzerine tekrar her şey alt üst oldu. Mısır’ın çok büyük ekonomik sıkıntıları vardır. Yeni gelen heyetten çok büyük beklentileri vardır.
Mehmet G.: Mursi ve ekibini kastediyorsunuz.
Said Y.: Evet. Anlaşılıyor ki bu heyet de çok hazırlıklı değilmiş... Düşünün ki, Ak Parti 2002’de iktidara geldiği zaman, yoğun bir bürokratik mekanizmayla bir sürü yasal düzenlemelerle müthiş bir değişimin içine girdik. Mısır’da bu adımlar atılamadı, belki zamanda yoktu. Fakat büyük beklentileri olan insanlar kısa süre içinde hayal kırıklığına uğradılar.
Mehmet G.: Demokrasi, Orta Doğu toplumlarında pek öyle kolay kolay kendine zemin bulamıyor.
Said Y.: Orta Doğu coğrafyasında demokrasi geleneği pek yok. Tek önemli örnek Türkiye’dir. Yani bu bir gelenek işidir. Bu da tabii hem çok büyük fedakarlık hem de deneyim istiyor. Bir de vakit istiyor. Mısır’ın işi çok zor, bu darbe, süreci onlarca yıl geriye götürür.
Mehmet G.: Peki Türkiye’yi tedirgin ediyor mu bu?
Said Y.: Türkiye’ye bir kısım yansımaları elbet düşünülebilir. Ama Türkiye ile Mısır’ı karşılaştırmak çok zor. Hem coğrafi konum itibariyle hem demokratik geleneğimiz itibariyle Türkiye’nin durumu çok farklı. Türkiye bir defa ekonomisini belirli bir noktaya getirmiş bir ülke. Bir insanın karnı açsa, ona ne söylerseniz söyleyin onun bir yansımasını bulmak zordur.