05.07.2020 - 03:10 | Son Güncellenme:
Asu Maro
Muhtelif Instagram talk show’una, YouTube tiyatrosuna, adını siz koyun; bilumum ‘yaratı’ya vesile olan karantina sürecinin bize en son ve en eğlenceli sürprizi Esra Dermancıoğlu oldu. Gecenin üçünde, paşa gönlü ne zaman isterse canlı yayın açıp o ölüyü dirilten enerjisiyle danslar mı etmedi, günün ilk ışıklarına doğru gözümüzden uyku akarken bize şarkılar mı çalmadı, “Bu saatte karbonhidrat yenmez,” vaktinde pizzalar yapıp hepimizi günaha mı sokmadı... En son bir o eksik kalmıştı, gözümüzün önünde Alican Yücesoy ile aşk yaşamaya başladı. Siz deyin reality show, o desin canlı mini dizi, “Tehlikeli Hamurlar”da tatlı bir aşk hikâyesi bütün ihtişamıyla canlı canlı yaşanıyor, bize de onun hem seyircisi hem katılımcısı olmak düşüyor. Haftada dört gün, çok komik, çok samimi, ne zaman ne olacağı bilinmeyen bir macera. Esra Dermancıoğlu da zaten tam öyle biri...
Nasıl çıktı “Tehlikeli Hamurlar”?
Benim için izolasyon bir depresyondan, bir karanlıktan çok bir temizlenme, elekten geçirme, anlamsız şeylere takılıp beynini yenilenmek için kullanamadığını görme fırsatı oldu. Yayınlar nasıl başladı; ben zaten dans ediyordum, yine ettim. Televizyonda bir şey yaptığın zaman yapımcı görebiliyor, reyting görüyor ama Instagram’da bir dakikalık dansının karşılığını bire bir görüyorsun. Bazı insanların hiç dans etmediğini, dansın, müziğin onlara iyi geleceğinin farkında olmadığını görüyorsun. Evde tek başına dans edince “Deli bu” deniyor. Oraya koydukça bunun aslında bir delilik olmadığını, seni mutlu eden bir şey olduğunu görüyorsun.
Tam da onu diyecektim size iltifatkâr bir şekilde “deli” demek adetten gördüğüm kadarıyla yorumlarda.
.Aslında delilik bir noktada benim yücelttiğim bir şey. Biz bence düşünmekten çok korkuyoruz, çünkü kalıplar ve bildiğin bilgi üzerinden yaşamak çok kolay. İnsanlara anormal gelen, onların doğasına aykırı gelen şeyi kabul ettirmek bana iyi geldi. Görüyorsun ki herkes buna aç aslında. Sonra kendimce belki 12 yıl televizyonda çok çalışıp yorulduğum, uzun süre makyaj, oyuncu beklemekten sıkıldığım için evde kendime bir set kurdum. Küçük bir yapımcı oldum ve “Seni özgür bırakacağım” dedim kendime. “Sana senaryo da yazmıyorum, makyaj da yok” bütün bunlar başlarken o dünyanın içine Alican girdi.
O nasıl oldu?
Ben gene bir gece iki buçukta hamur yapıyorum. Her şeyi çok iyi yapmak üzerine bir iddiam hiçbir zaman olmadı. Çünkü annemin mükemmeliyetçi olması, her şeyin çok düzgün, olması gerektiği gibi olması, bunlarla çocukluğumdan beri savaştım ve en sonunda zafer kazandım. Çok iyi yemek yaparım bu arada ama bazı şeyleri iyi yapamıyorum. O yapamama hâlindeki mizah bana iyi geliyor. Çavdar ekmeği yaptım bir gece. Herkes “Esra o öyle değil, suyu fazla koydun, onu öyle yap,” derken yayına Alican geldi, bana yardım etti. Biz Alican’la çalıştık yıllar evvel ama bir telefonla konuşmuşluğumuz bile yoktur. Ama beni bir programına çağırmıştı pandemi döneminde. O programda her şey o kadar organikti ki, bir baktım aa, Alican benden hoşlanıyormuş gibi konuşuyor. Ben de öyle şeyleri çok kapan ve seven biri olduğum için birdenbire bir baktık aramızda bizden bağımsız, senaryosuz, önceden konuşulmamış, tatlı bir şey oluştu.
Ve bu şekilde devam etti...
Evet, “Saat 1’de görüşüyoruz” diyoruz, kapatıyoruz. Bazen yönetmen seyirci oluyor, ışıkçı biz, konu bizi nereye götürüyorsa oraya gidiyoruz. Buradaki kafa karışıklığı bana iyi geldi. Sevgililerde arkadaş olma ihtimalini kaybediyoruz biz. Ben böyle bir ilişki hayal ediyorum ve bunu anlatmak istiyorum. Alican da öyle. İkimizin hayata ve oyunculuğa bakış açımız da tuttu.
Halbuki büyük bir ihtimalle hiçbir yapımcı sizi bir diziye çift olarak düşünüp de koymayacaktı değil mi?
Hiçbir yapımcı koymayacaktı, hiçbir senarist burada konuştuklarımızı yazmayacaktı. Whatsapp gruplarında kızlar arasında geçen soruları artık karşımızdaki insanla konuşmamız gerekiyor. Atıyorum, nedir Simone de Beauvoir ile Sartre’ın ilişkisini özel kılan? O zamanlar onları ahlaksız ilan etmişlerdi ama birbirleriyle öldüler. Başka ilişkiler de yaşadılar. Bunu desteklemek üzerine söylemiyorum ama en azından çok gerçek yaşadılar. Bütün bunların konuşulması gerektiğini düşünüyorum çünkü ilişkiler hızlı başlıyor, hızlı gidiyor, hızlı bitiyor.
Bunun da sebebi konuşulamıyor olması mı?
Bunun sebebi konuşamamak, iletişim kuramamak. Çünkü sığlaşıyoruz. Bu da benim kendi senaryo anlayışım, ilişki anlayışım. Bir de buradan bakalım diyorum yani.
Ben, bize neden sürekli 18-20 yaş aralığının aşklarını izletmek istiyorlar diye dertleniyorum mesela. Aşk bitebilir mi bir yaşta?
Çok genç, çok güzel olmak üzerine kurulu ya sistem. Halbuki seyircinin öyle bir talebi olmadığını da görüyoruz. Çünkü şöyle bir gerçek var, insanlar öyle değil. Bir sürü çok ince kadının yanında bir sürü kilolu adam var ama o kadın onu sevmiş. Görüntü hikâyesinden bizim uzaklaşmamız lazım.
Bir de adama “Aptal ve güzel bir kadın mı, akıllı ve çirkin mi?” gibi aklımızdan geçirip sormadığımız bir sürü soru soruyorsunuz. Zerrin Tekindor mu ben mi ya da...
Evet, Zerrin Tekindor dedi. Ve şu hoşuma gidiyor; Zerrin Tekindor dedi, kadın ağladı, üzüldü ama bir taraftan adamın dürüstlüğüne âşık oluyor, bir taraftan “Kendine gel be manyak, sen kuvvetli bir kadınsın, sen de çok güzelsin, neyse ne,” demeye devam ediyor ve öpüşerek, “Seni seviyorum” diye kapatıyorlar.
“Kadın” diye bahsettiniz. Oradaki kendinizmiş gibi mi geliyor, başka biriymiş gibi mi?
Çok enteresan bir şey, bunu seyirciyle aynı hissediyorum. Alican da öyle. Biz buna bir ad koymuyoruz ve koymak istemiyoruz. Bunun türü diye koymak istiyorsak, bir aşk. Öyle ya da böyle, herkese uymayan ya da uyan bir aşk hikâyesi bu. Hiçbir zaman ne buna bir ad koyacağım, Alican da buna bir ad koymuyor, orada da anlaşıyoruz. Seyirci de koymasın.
“Hiçbir zaman annemin istediği kız olmadım”
Yayınları anneniz izliyor olsaydı bu kadar rahat davranabilir miydiniz sizce?
Yine davranırdım da annem çok üzülürdü. Annem yazık, ona şanssızlığım ben, hiçbir zaman o istediği kız olmadım.
İstediği gibi sanat tarihi okumuşsunuz, ne istedi başka?
Ne bileyim, cenazeye gidiyorum arkadaşının, istediği kıyafeti giymezsem, arkadaşı vefat etmiş, ona üzüleceğine “Bu ne çirkin kıyafet, ay ne çirkin geldin, git buradan” falan derdi. Ama çok tatlı kadındı. Kendi çözemediği problemleri vardı.
“Birinin beni aldatması onu kötü yapmaz”
Instagram’da eski kocanızdan sevgiyle söz ediyorsunuz. Genel olarak ayrıldıysan Allah belasını versindir ya.
Seviyorum çünkü. Bana da “Muhakkak iyi ayrılmıştır” diyorlar. Hayır hiç öyle olmadı, başka birini denemek istedi ve gitti. Ama biz Memo ile çok şey paylaştık, ben onları nasıl unutacağım, bana ne, giderse gitsin. Bir de tabii bir doğa var, bu adam iyi bir adam, bitti. Birinin beni aldatması onu kötü yapmaz. Ama başka pislikleri olur, o zaman tamam. Bazılarının kocaları, sevgilileri kötü insanlar oluyor, onu genelleyemem. Ben basit, o bildiğimiz hikâyeden söz ediyorum; aldattı, Allah belasını versin, hayır arkadaş yani. Benim öfkem hayata karşı başka şeylerde ama bir adamın beni aldatmasına ne yapayım, öfkelenemiyorum yani.
Röportajın tamamı Milliyet Sanat’ın temmuz sayısında.