29.03.2009 - 01:00 | Son Güncellenme:
MİRAÇ ZEYNEP ÖZKARTAL zeynep.ozkartal@milliyet.com.tr
Fazıl Say dünyada “dahi piyanist” olarak, Türkiye’de ise “iktidarla kavga eden piyanist” olarak tanınıyor. Geçtiğimiz hafta Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ile “Nazım Oratoryosu” üzerine bir tartışmayla geldi gündeme. Tartışmanın her ayrıntısı nasıl olsa çarşaf çarşaf yer alıyor gazetelerde. Ama herkesin şahit olduğu gerginlikleri, üstelik bir bakanla yaşayan birinin haleti ruhiyesini merak ediyorum ben.
Fazıl Say zaten yaşam koşulları gereği yalnız bir adam. Kızı, ailesi, dostları var elbette; ama yılın büyük kısmını tek başına o konserden bu konsere koşturarak geçiriyor. Hep kendiyle kalıyor; belki bu yüzden herkesten daha “dolu” bazı konularda. Biz sürekli birbirimizle dertleşirken, o tek başına bir uçak yolculuğunda devamlı aklından geçiriyor kızdıklarını. Sonra o kızgınlığın dışavurumu da kitleler önünde oluyor.
Bu söyleşide şu izlenimi edindim ben: Aslında hiç de sert ve sinirli biri değil Fazıl Say. Belki karşısında biraz daha yumuşak birileri olsa, bu tartışmalar hiç yaşanmayacak. Onun derdi kendini savunmakla çünkü. “Boşver” diyemiyor, her söyleneni ciddiye alıyor.
Bir bakan tarafından suçlanmak, onunla uluorta tartışmak nasıl etkiliyor sizi?
Haksızlığa uğramış hissediyorum kendimi. NTV’de Bakan o lafı etti, ertesi gün basına yansıdı. Herkes “Cevap ver” dedi. Kendimi savunmak için bir metin hazırladım, yayımlandı. İnternette yazımın altındaki okur yorumlarını okuyorum, 20 yorum varsa 14’ü aleyhimde. Kendimi sadece aklamaya çalışırken “Sen hâlâ burada mısın? Git” cümleleriyle karşılaşıyorum.
Ne hissediyorsunuz birileri “Git” deyince?
Keder. “Sen işine bak” diyorlar. Sanki ben hiç işime bakmıyorum. Ben kimseye hakaret etmedim, kimseyi kırmadım. Sadece çamur atılınca kendimi savunurken bunlar başıma geliyor. Bir de marjinal yazarlar var...
Kim onlar?
Millet marjinalleşme merakında. Ekşi Sözlük’te, Facebook’ta bir laf bulup onu evirip çevirmekte üstlerine yok. Bazen düşünüyorum, bir Alman meslektaşımın başına böyle şeyler geliyor mudur? Kıskanıyorum onları. Belki de talihli olan benim, sıkıcı olan onların hayatı. Beethoven çalıyor, bir ay ses çıkmıyor. Bu mu daha iyi acaba, benim yaşadığım cehennemi durum mu, bilemedim.
“Yunus Emre Oratoryosu”nu 2 bin 600’lük salonda 300 kişi izledi
Zorluklar yaratıcılığı besler denir...
Olabilir. Ama yaşadığımız keder ve öfke olmasın isterim. Bakan konser iptal etmenin yasa dışı olduğunu da biliyor, onun yerine yapılan işlerin kötü geçtiğini de... Biliyor musunuz ki “Yunus Emre Oratoryosu”nu 2 bin 600 kişilik salonda kaç kişi izledi? 300 kişi! Almanca tekstini herhalde Almanca bilmeyen biri tercüme etmiş. 2 bin 600 kişilik salonu doldurmak için dünya çapında olmak lazım. Ama bunun yolu her akşam Fazıl Say gibi çalabilmekten geçiyor. Hintli bir ermiş gibi ruh ve beden kontrolü gerekiyor. Çünkü beden itiraz eder. “Çalmıyorum bu gece” der.
Nasıl olur bu?
O sabah uçakta uyuyakalmışsındır, omzun korkunç ağrıyordur. O zaman vücut yüzde 80 ağır işler. Bunun yollarını da tecrübeyle öğreniyor insan. Tamamen iç sesine gidip vücudunu unutmayı öğreniyorsun.
10 yıl sonra geriye baktığımda “İyi ki böyle yapmışım” diyeceğim
Peki ruh nasıl isyan eder? Çetin Altan’ın “Bugün içimde yazı yazmak gelmiyor” durumu gibi mi?
Tokyo’da 3 bin kişi bilet alıp konsere gelmiş, ben “Şu anda içimden gelmiyor” diyemem. Ben ruhunu, bedenini ve düşüncelerini çok analiz eden bir insanım. Zuhal de (Olcay) ben de bir ara psikologa gitmiştik, beş-altı seans sonra bıraktık. Şunu dedik: Zaten kendimizi o kadar çok deşiyoruz ki neden psikologa gidelim? Bir sanatçının gereksinimi olan yardımlar başka. Benim analizlerime göre, bütün bu olaylardan ruhum yüzde bir bile yara almıyor.
Nelerden yara alır peki ruhunuz?
Mesela Beethoven’in bir sonatını artık iyi çalamıyorumdur. Ya da bir besteyi bir türlü ilerletemiyorumdur. Ama Radikal’deki ya da Taraf’taki falanca köşe yazarının sataşması, ruhsal bir yara değil. O sadece düşünceleri savunma aktivitesine dönüştüren, cevap vermeye zorlayan, vakit kaybı dolayısıyla da sinirlendiren bir olay.
Hâlâ Türkiye’den gitmeyi düşünüyor musunuz?
Bazen diyorum, ya arkadaş sen üç yıl falan başka bir ülkede yaşasan... Bütün bu olaylar sakinleşse, sonra dönersin ve iyi bir dönüş de olur. Bunu yapamamamın bazı sebepleri var. Birincisi kızımı bırakamam. Onu alıp gidemem de, çünkü yılın 250 günü turnedeyim. Yüzde 80 bu. Kalan yüzde 20 de şu: Türkiye’yi seviyorum. Bütün bataklığına, cehennemine rağmen Türkiye’yi Hollanda’ya tercih ederim. Avrupa sıkıcı. Zürih’te intihar oranı İstanbul’dan daha fazla. Sıkıntıya çözüm yok çünkü. Uç fikirli bir AKP’li ya da MHP’li ile internette atışmaya başlayınca bu sıkıcı değil ki...
Eğlenceli mi buluyorsunuz?
Arif Sağ politikaya giriyor ya, “Sen bu işi hobi olarak yapıyorsun” dedim ona. Ben de piyano çalıp beste yaparken biraz sıkıştığım anda Facebook’a ya da MSN’e kaçıyorum. Milletle mektuplaşıyorum. Sert tartışmalar da oluyor. O bana biraz yaşam gücü de veriyor açıkçası. En azından falanca Brahms konçertosu ruhsal olarak ağrıtmaya başladığında onu unutturuyor. Bir kaçış noktası.
Arada bir “İpin ucunu kaçırdım” diyor musunuz?
Herkes ipin ucunu kaçırır. Bir tane hakiki ben varım, bir tane de insanların kafasında yarattığı ben. İnternette biriyle yazışıyorum mesela, “Siz Fazıl Say mısınız?” diyor. “Evet” diyorum. “Olamazsınız” diyor. Neden? “O böyle evet diye cevap vermez”. Niye? “Evet ekselansları” filan mı diyeceğim? İkinci Cumhuriyetçiler de “Bizim sizinle görüşlerimiz yüzde 100 ayrı kutuplarda” diye lafa başlıyor. Bin tane konu var, belki de 997’sinde hemfikiriz.
Çok tek başına bir yaşamınız var. Belki daha yerleşik yaşasanız, etrafınızdakilerle daha fazla iletişiminiz olacak, birileri de size “Sakin ol Fazıl” diyecek. Ama şimdi siz öfkenizi herkesin içinde ortaya koyuyorsunuz.
Doğru. Ama buna 10 yıl sonra bakmak lazım. 50 yaşına gelince, herhalde “İyi ki böyle yapmışım” diyeceğim. Çünkü en azından açık olmuşum. Benim çektiğim yalnızlık ve acı orantısı, Beethoven’inkinin binde biri. Çünkü o yazdığı eseri duyamıyor. Ben kendi eksiğimle mücadele etmiyorum, içinde bulunduğumuz toplumun çok hastalıklı bir döneminde bir mücadele veriyorum.
“Konserime gelen, albümlerimi alan bir-iki milyon kişi çıkar ama gerçek hayatta iki kişi var: Ben ve kızım”
Tek çocuk, harika çocuk olmak zaten dar alanda yaşamayı dayatıyor. Bir de bu tartışmalar olunca daha da yalnızlaşmıyor musunuz?
15 yıldır hayatım şöyle... Sabah 5’te uçağa bin, bir şehre gel, oteline git, bir restoranda tek başına yemek ye, akşa-müstü prova yap. Orada iki adam olur, biri akortçu, biri ışıkçı. Adlarını bilmezsin, dört kelime ya konuşursun ya konuşmazsın. Saat 8’de konsere çıkıyorsun. Kendinle kendin arasında bir konser o. Sonunda alkışlanıyorsun. Ve gece 11’de akşam yemeğine yine yalnız oturuyorsun. Alışveriş halinde olduğun, konsere gelen, CD’leri dinleyen 1-2 milyon kişi var. Ama gerçek hayatta geriye iki kişi kalıyor: Ben ve kızım.
“Erdoğan’ı anlayan beni de anlar”
Bu yaşam biçimi insanı neye dönüştürüyor?
Herkesin bu anlattıklarımı anlamasını beklemiyorum. Ben Tayyip Erdoğan’ı anlamaya çalışıyorum. O da her gün 400 bin kişiye konuşma yapıyor. Bağırıyor, çağırıyor, içini döküyor. Haklı veya haksız. Kasımpaşalı veya değil. Bazen entelektüel bir bilim adamı gibi laflar da ediyor. Sonra eve geliyor, bir tek Emine var. Unakıtan onun için benim yanımda çalan başkemancı gibi. Onu anlayan beni anlar.
Bu anlattığınız hayat denizcilere benziyor. Onlar gibi her limanda bir sevgiliniz var mı?
Cevap yok.
Mesela Zürih’te Lisolette, New York’ta Carrie...
Lisolette olmasın ya! O nasıl isim!
İstanbul’da var mı peki?
Konuyu kapattık. Ağzımızın yandığı konular bunlar. Ben magazine düşmüş bir sanatçıyım. Düştüm ve kalktım. Ama iyi ki o ilişkiler de yaşandı. Renk bunlar, anılar var.
Kanser tedavisi gören 76 yaşındaki usta sanatçı İlhan Şeşen'in sağlık durumunun kritik olduğu öğrenildi.