Kültür SanatYaşamın kayıt defteri GÜNLÜK

Yaşamın kayıt defteri GÜNLÜK

14.06.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Yaşamlarımızın bir döneminde ya da düzenli olarak tuttuğumuz günlükler, o gün ne yendiğinden, gelecek planlarına, ölümlerden, doğumlara türlü çeşit kaydı içerir. Bu kayıtların edebiyat değeri olanlarını mercek altına almak, epeydir aklımızda gezinen ‘günlükler’ dosyasını hazırlamak, son aylarda art arda yayımlanan günlüklerden sonra kaçınılmaz hale geldi. Milliyet Kitap olarak bu ay edebiyatçıların elinden çıkan, yapıtlarıyla ilgili kulis bilgisi veren günlükleri tarihçesiyle birlikte inceledik.

Yaşamın kayıt defteri GÜNLÜK

Her ay bu sayfalarda belli bir konuya, o konuyla ilgili hazırlanmış kapsamlı bir dosyaya yer veriyoruz. Yaz mevsiminin ilk ayında ise günlükler oldu konumuz... Nedense günlük en güzel sıcak bir öğlen güneşinin altında sedir gölgesinde okunur gibi geliyor bana... Aniden esen bir rüzgar, belki de zar zor atlatılmış günleri bir çırpıda çevirirken...
Tabii bu arada Adalet Ağaoğlu’ndan, Max Frisch’e ve Miguel de Unamuno’nunkine kadar birbirinin peşi sıra çıkan günlükler de, bir günlük dosyası hazırlamayı kaçınılmaz hale getirdi. 
Yaşamlarımızın bir döneminde ya da düzenli olarak tuttuğumuz günlükler, o gün ne yendiğinden, gelecek planlarına, ölümlerden, doğumlara türlü çeşit kaydı içerir.
Ama takdir edersiniz ki bu bir kitap eki. Günlük konusuna da bunun bilincinde bir çerçeve çizdik. Yayımlanmış, okuruyla buluşmuş edebiyat dışı günlüklerden yola çıkıp, hayli kısa bir özet geçerek, edebi günlüklere geldik. Yani edebiyatçıların elinden çıkan, onların yapıtlarıyla ilgili kulis bilgisi veren günlüklere... 

SICAĞI SICAĞINA
Önce sözcüğün kökeninden başlayalım. Nereden geliyor ‘günlük’, ilk ne zaman kullanılmış acaba? Günlüğün tanımını “İnsanın düşüncelerini ve başından geçenleri düzenli olarak kayda geçirdiği otobiyografik yazı türü” olarak veriyor Ana Britannica. “Yazanın daha çok kendisi için tuttuğu günlükte, yayımlanmak üzere yazılan yapıtlarda olmayan bir içtenlik görülür” diye de devam ediyor.
Günlüğün olmazsa olmazı, yazıldığı tarihin metnin başına eklenmesi. Anı ile arasındaki temel fark ise anılarda, yaşananların sonradan hafızada kalan haliyle hatta zaman zaman yeniden kurgulanarak anlatılması; günlüğün ise sıcağı sıcağına yazılması.
Anıların okurla buluşmak için kaleme alınması, günlüğü ise yazarın -çoğunlukla - yayımlanma amacı gütmeden, kendisi için  tutması da önemli bir fark elbette.
Prof. Talat Sait Halman ise bu iki tür arasındaki farkı Türk Dili dergisine yazdığı “Yaşadıkça Yazılan” başlıklı incelemesinde şöyle anlatıyor:
“Yaşadıkça yazılan günlükte ömrün sonuna doğru yazılan anılardan daha çok gerçek payı vardır. Kişi günlükte kendi hayat hikayesini kendi kendine yazmış gibidir. İyi ve kötü yanlarıyla göstermiştir kişiliğini, yaşadığını apaçık koymuştur günlüğüne, sonradan değiştirememiştir. Anılarda ise yazar geriye bakıyordur. Hatırlamaya çalıştığı olayları, kişileri, sözleri, düşünceleri yarım yamalak bulacaktır belki ya da hiç bulamayacaktır. Bir insanı en açık, en çıplak, en gerçek haliyle gösteren tür, günlük türüdür.”

15. YÜZYILDAN BUGÜNE
Günlüğü tanımlamaya geri dönersek, bu sözcüğün Batı dillerindeki kullanımı Latincedeki ‘dies’ten (gün) türeyen ‘diarium’dan (günlük) geliyor. Latincede böyle bir sözcüğün bulunması, kimi kaynaklara göre günlük yazımının Antik Çağ’a kadar uzandığını kanıtlıyor.
Bazı kaynaklar ise Romalılar’ın ‘commentari’ adı altında, kamu kuruluşlarında yapılan işlemleri kayıt altına aldığı günlükler bulunduğunu söylüyor.
Ancak eldeki somut veriler 15. yüzyıla kadar uzanıyor. Bu tarihli günlüklerin edebi değerleri tartışmalı olsa da yazıldıkları dönemle ilgili verdikleri ipuçları açısından benzersizler.
Örneğin 1409-31 arasında adı bilinmeyen bir Fransız papazın tuttuğu, 1449’dan sonra ise başka birinin sürdürdüğü “Journal d’un bourgeois de Paris / Parisli Bir Burjuvanın Günlüğü” başlıklı günlükler, VI. ve VII. Charles dönemlerini araştıranlar için müthiş bir kaynak.
İngiliz günlük yazarı John Evelyn’in “Diary”si 17. yüzyıl İngiltere’sinin toplumsal ve kültürel olaylarının bugüne aktarılmasında gayriresmi belge niteliğinde. Aynı dönemde günlerini kaleme alan Samuel Pepys’in notları, bugünün edebiyatın bir türü olarak günlük tanımına daha yakın. Çünkü Pepys 1660-69 arasında Londra’daki tiyatroları, sanat çevresini, günlük yaşamı anlattığı gibi, kendi duygularına, zaaflarına da açıklıkla yer vermiş günlüklerinde.
Türün aynı dönemde yazılmış bir başka örneği olan, Jonathan Swift’in 1710-13 arasında İngiltere’de kaleme alıp İrlanda’ya yolladığı ve 1766’da “Journal to Stella / Stella’ya Günlük” adıyla yayımlanan günlüklerinde de Swift’in duygularını, hırslarını okumak mümkün.
Roman yazarı Fanny Burney’in 1768-1840 arasında yazdığı günlükler de yazarın olaylar karşısında duygusal izle- nimlerini aktarması açısından değerli.

TANZİMATLA BAŞLADI
Fakat bu günlükler, yazarlarının ölümünden sonra okurla buluşabilmiş ancak. Yazarı sağken yayımlanan ilk günlüklerden biri, James Boswell’in 1785 tarihli “Journal of a Tour to the Hebrides with Samuel Johnson L.L.D. / Samuel Johnson ile Hebrid Adaları’na Yapılan Gezinin Günlüğü” sayılıyor.
Boswell’in seyahat günlüğü olarak okunabilen bu yapıtı, edebiyat sıralamasına sokmak pek mümkün değil elbette.
Çoğu 18. yüzyılda kaleme alınmış olsa da, okurun günlük türüne ilgisi 19. yüzyıl başlarında daha belirgin olarak kendini gösteriyor ki, birçok günlüğün basım tarihi de bu döneme rastlıyor     zaten.
Pepys’in az önce sözünü ettiğim çalışması, Sir Walter Scott’ın edebi değeri yüksek “Journal”ı, Dorothy Wordworth’un ağabeyi şair William Wordsworth’un üzerindeki etkisini gösteren “Journals”ı, Henry Crabb Robinson’un Goethe, Schiller gibi yazarların yaşamlarına dair bilgiler eklediği günlüğü hep 19. yüzyılda buluşuyor okuruyla.
Batı’daki anlamıyla günlük, Türk edebiyatına ise Tanzimat’tan sonra giriyor. Daha eski bazı vakayinameler (“Silahdar Tarihi”), seyahatnameler (Evliya Çelebi’nin seyahatnamesi) ve sefaretnameler (Mehmet Efendi Sefaretnamesi) yer yer günlük havası taşısa da, Türk edebiyatında bu türün ilk örneği kimilerine göre Direktör Ali Bey’in “Seyahat Jurnali” (1897), kimilerine göre ise Şair Nigar Hanım’ın “Hayatımın Hikayesi”.
Şair Nigar Hanım’ın 900’lerin başında kaleme aldığı, 20 defterden oluşan ve çocukluğunu, evliliklerini, boşanmalarını anlatan günlükleri 1959 yılında yayımlanıyor. 

RUZNAMEDEN GÜNCEYE
Ali Bey’in günlük yerine ‘jurnal’ sözcüğünü kullanması tesadüf değil, o yıllarda hüküm süren, pek çok terimin olduğu gibi bazı edebiyat türlerinin de (komedi, dram, tiyatro vb) Batı’daki adlarıyla devşirilmesi adetinin bir sonucu.
Ancak ‘jurnal’, (o dönemde taşıdığı olumsuz çağırışımlar nedeniyle olsa gerek) yerleşmez diğerleri gibi. Bir süre ruzname ve hatıra defteri kullanılır günlük yerine.
Daha sonra Cumhuriyet döneminde Falih Rıfkı Atay ‘gündem’ ve ‘gündelik’ sözcüklerini atıyor ortaya bu tür için, en sonunda da hala kullandığımız ‘günlük’ü buluyor.
1953-1957 yılları arasında bu türde kaleme aldığı gazete yazılarıyla günlüğü Türkiye’de kabul görür bir tür haline getiren Nurullah Ataç ise ‘günce’ diyor. Bu sözcük zaman zaman kullanılsa da, selefi kadar yaygınlaşmadığı ortada. (Bir başka öneri de Ataç’tan 20 yıl sonra Tomris Uyar’dan gelecektir: Gündökümü) 

BİRSEL’İN GÜNLÜĞÜ
Yazının başında da belirttiğim gibi, asıl konumuz edebi günlükler. O yüzden dosyayı bu kanalda yoğunlaşarak sürdüreceğiz şimdi...
Öncelikle bir edebiyatçının elinden çıkmıştır bu metinler. Bunun yanında edebiyat meselelerine, bir yapıtın oluşumuna, edebiyatçının gündelik yaşam içindeki duruşuna da ışık tutması açısından edebiyatın karasularında sayılır.
Cumhuriyet tarihinin edebi günlük türündeki ilk yapıtı olma unvanı, Salah Birsel’in 1955 tarihli “Günlük”üne aittir. Birsel daha sonra bu alanda çoğunlukla sanat konularına yer verdiği “Kuşları Örtünmek” (1976), “Hacıvat Günlüğü” (1982), “Aynalar Günlüğü” (1988) ve “Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu” (1992) adlı kitapları çıkararak günlüğün Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden biri olur.
Bu türün özellikle 20. yüzyılda çok meyve verdiğini görüyoruz, ki belki de bu artış iletişim kanallarının çoğalmasıyla insanların birbirlerini merak etme güdülerinin güçlemesinin eseridir. 

DERT ORTAĞI
Romanlarını, öykülerini, şiirlerini okuduğumuz bir yazar neler yapar gündelik hayatta? Ne üzer onu ya da ne sevindirir? Memleket meselelerine nasıl bakar? Dahası okuduğumuz bir kitap nasıl sancılar, evreler, mücadeleler sonucunda yazılmıştır?
İşte bu soruların cevabını bulma arzusudur günlükleri cazip kılan...
Sözgelimi Oğuz Atay günlüğünde “Oyunlarda Yaşayanlar”ın yazım sürecini verir bütün açıklığıyla. Andre Gide ise “Kalpazanlar” adlı romanında nasıl bir yol izlediğini anlatır romanla eşzamanlı olarak kaleme aldığı günlüğünde. Her iki yazar da yapıtlarının mutfağını anlatırken iç dünyalarıyla ilgili ipuçları da verirler. Andre Gide kendisiyle hesaplaşır; Oğuz Atay’ın 25 Nisan 1970 tarihli ilk notu ise bu günlüğe neden ihtiyaç duyduğunu anlatırken onun varoluş sıkıntısını da eleverir tüm sitemkarlığıyla:
“... Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni, dert ortağım olsun. ‘Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu,’ dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni ya da istediğim gibi dinlemiyorsa - günlük tutmaktan başka çare kalmıyor”. Ve bu not o meşhur cümleyle bitiyor: “Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız”.

İNTİHAR VE GÜNLÜK
Yazarının iç dünyasını tüm çıplaklığıyla ortaya seren günlüklerin iki mihenk taşı örneği ise ezeli rakip iki yazara ait: Katherine Mansfield ve Virginia Woolf.
Mansfield, 16 yaşında başlar günlük tutmaya. “Bir Hüzün Güncesi” adlı, ancak yazarın ölümünden sonra yayımlanan günlük, pek de öyle mutluluk belgesi sayılacak türden değildir. Mansfield’ın tutkuları, yazarlık ihtirası ve onu kemiren kıskançlıkları başroldedir.
Virginia Woolf’un günlüğünün de rakibesinden arta kalır yanı yoktur karamsarlık açısından. Woolf’un 1915 - 1941


arasında her gün değilse de düzenli olarak yazdığı (hatta sonuncu yazısını ölümünden dört gün önce kaleme aldığı) günlüğü, yazarın 26 yıl boyunca neler yaptığı, kimleri gördüğü; insanlar, kendisi, yazdığı, okuduğu kitaplar hakkında neler düşündüğü konusunda bir kayıt defteri niteliğinde.
Woolf’un ölümünden sonra eşinin derleyip kitap haline getirdiği “Bir Yazarın Güncesi”, Woolf’un edebiyatına derin bir bakış sağladığı gibi, onu adım adım intihara götüren etkenlerin ipuçlarını da taşıyor.
Yaşamını kendi eliyle sona erdiren birinin günlüğü, biraz da bu heyecanla okunuyor olsa gerek. Virginia Woolf bu kategorideki tek yazar değil elbette. 

İÇE VE DIŞA DÖNÜKLÜK
Cesare Pavese de kendini öldürmeden kısa bir süre öncesine kadar kaleme alıyor daha sonra “Yaşama Uğraşı” adı altında yayımlanacak olan günlüklerini. Hatta günlükler, yazarın ölümünden   sekiz gün önce “Sözler değil. Eylem. Artık yazamayacağım” cümleleriyle son buluyor.
Sylvia Plath’ın çocukluğundan beri tuttuğu günlükleri de intiharından sonra kocası Ted Hughes tarafından yayımlanıyor ve şairin “Sırça Fanus” kadar çok okunan bir yapıtı oluyor.
Edebi günlükleri içerik açısından iki kategoride ele almak mümkün; içe dönük ve dışa dönük yazılanlar. İçe dönük olanlar, yazarın kendi ruhsal muhasebesini ve çözümlemesini yaptığı, iç dünyasına ayna tutan metinler. Burada yazar bir anlamda bilinçaltını deşifre ediyor. Dışa dönükler ise yazarının içinde yaşadığı dünyaya, o dünyanın insanlarına ve olaylarına, hiç kuşkusuz o yazarın gözlüğüyle bakıyor. 

SAMİMİYET SORUNU
Örnek vermek gerekirse, Kafka’nın, Plath’ın, Pavese’nin günlükleri içe dönük günlükler arasında. Dışa dönük günlüklere örnek ise Tomris Uyar’ın “Gündökümleri” olabilir rahatlıkla.
Uyar, yaşadığı hayatı, o hayatla ilgili izlenimlerini cesurca ortaya koyuyor günlerini dökerken... Turgut Uyar, Edip Cansever, Metin Altıok, Füsun Akatlı ve pek çok dost da yer alıyor bu günlüklerde; o gün Uyar’ın yazma eylemine engel olan elektrikçi, kedilere kızan alt komşu, son günlerinde Turgut Uyar’ın ilaçlarını vermeye gelen hemşire... Her şeyi yazıp, günlerini bir bir döküyor Uyar.
Peki neden bir yazar günlük tutar? Yaşamını, onu etkileyenleri kurgu yapıtlarına dökerken neden bir de her şeyin açık, kurgusuz, çıplak ve taze olduğu bir yazıma ihtiyaç duyar?
Bunun cevabı muhtelif. Cemal Süreya “Günler” adı altında yayımlanan günlüğünde kendi kendine soruyor bu soruyu: “Yazdığım nedir? Yazmam gerektiği için mi yazıyorum? Öyle bir gerek gördüğüm için mi? Yol arıyorum, ama zaman zaman yolumu yitirmeli de değil miyim? Günlük - mektup - deneme - hayat öyküsü - anı - polemik karışımı bir şey bu benimki. Günlüğün kişisel günlük olabilmesi için hayat öyküsünün uç sınırında devinmesi, derin ben’e iniş yapması gerek. Yapıtlardaki gibi gerçeği yeniden kurması değil, hayatın kesikliğinde var olması gerek”.
İlhan Berk ise, “El Yazılarına Vuruyor Güneş” adlı günlüklerine 25 Kasım 1977’de şu notu düşmüş: “Ta 1955’ten beri günlük tutuyorum. Bugüne değin tuttuğum günlüklerime bakıyorum da ‘Acaba kendimden çok mu söz ediyorum diyorum. Böyle diyorum ya, şimdi kimdi çıkaramayacağım: ‘Yazmak, kendini koymaktır’ dediğini anımsıyorum bir yazarın. Ben yazmak eylemini oldum olası böyle anladım. Bunun dışında yazmanın ne anlamı var?”
Bir soru günlüklerin neden yazıldığıysa, diğeri de neden yayımlandığı olsa gerek. Günlük tutan herkesin o ‘sır dolu’ defteri herkesten kaçırdığı (özellikle de buluğ çağında anne babasından köşe bucak sakladığı) düşünülürse, neden tanımadığı insanlara açar iç dünyasını bir yazar? Günlükleri ancak ölümlerinden sonra, varisleri tarafından yayımlananlar doğal olarak bu sorunun dışında kalıyor.
Ancak bu defterleri sağken yayımlatanlar için yeni bir soru doğuyor: Okurla buluşacağını bildiğin günlükler, kendin için tuttukların kadar samimi olabilir mi?
Bu sorunun cevabı verilebilir mi bilinmez. İnsan ne zaman ‘kendi’ olup ne zaman olmadığını nasıl test edebilir ki? Hem samimiyetin bir turnosol kağıdı olsaydı, kullanıla kullanıla biter, sıra günlüklerin samimiyet derecesine bakmaya gelmezdi.

‘HER ŞEY’İ YAZMAK
Günlüklerini “Damla Damla Günler” adı altında iki cilt halinde yayımlayan Adalet Ağaoğlu da bu kitapların önsözünde samimiyet ve ‘otosansür’ konusuna değiniyor; günlüklerin - ille yayımlanacaklarsa - yazarı sağken ve notların masumiyetine pek dokunmadan yayım- lanması gerektiğini savunuyor.
Anais Nin ise “Günce yazarken bize acı gelen birtakım gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmanın getireceği sakıncalar hep sözkonusudur” diyor, “Yine de bence en önemli sorun,  yazdıklarımıza omzumuzun üstünden kaçamak bir bakış atan birinin, gizli benliğimizi yargılayan birinin uyandırdığı korkudur”.
Acaba her yazar bu korkuyla mı ele alır günlüklerini yayımlamadan önce? Eğer öyleyse okurun onu yargılama hakkı var mıdır? Anais Nin açıkça söylüyor günlüğünde ‘her şey’in olmadığını:
“Önemli olan şimdidir, şimdiye bakışınız, şimdi nerede olduğunuz, bugün neler hissettiğiniz, en baskın duygunuz. Ben bu noktadan yola çıkarım, o yüzden güncelerimde her şeyi bulamazsınız.”

NEDEN OKUYORUZ?
Tam da burada okurun kendisiyle bir hesaplaşmaya girişmesi beklenebilir: ‘her şey’i okumayı beklemek mübah mıdır? Biraz da okur kendine sormalı neden günlük okumayı sevdiğini...
Son yıllarda anıların, biyografilerin revaçta olduğu herkesin malumu. Çünkü merak ediyoruz başka yaşamları, kendimizinkinden başka yaşantıların perdeleri aralandığında içeri bakmadan ede- miyoruz.
Belki  başkalarının tecrübeleri daha ucuza geldiği içindir, belki de ‘kulis’ her zaman sahneden daha çok ilgi uyandırdığı için...
Pek çok neden sıralanabilir arka arkaya. Ama yapıtlarıyla zihinleri zenginleştiren yazarların edebi lezzet taşıyan ‘gün’leri hiç nedensiz de okunabilir nasıl olsa. Gün gün, cümle cümle bir yaşamın izi sürülebilir her şey artık geçmişte kalmışken...
Kim bilir belki de lezzetli bir günlük, uzun süredir eline kalem almayan birini yeniden defterinin başına oturtabilir. Dosyanın içinde verdiğimiz listeden bir kitap seçin şimdi, gerisi kendiliğinden gelecektir. 

YAZARLAR, YAYIMLANMAMIŞ GÜNLÜKLERİNİ MİLLİYET KİTAP İÇİN AÇTILAR.

LALE MÜLDÜR
1 Haziran 2008
(...)
Az önce sokaktaydık. Firuzağa’dan yürüyorduk. Sağımızdan solumuzdan hep yakışıklı herifler geçi- yordu. Hoş kadın yok denecek kadar azdı. Anlıyorum dedim yanımdakine neden bunca eşcinsel olduğunu İstanbul kentini dolduran. Kadınlardan neydi kaçırılan? Biraz tatlılık biraz susku biraz delimsirek bakış biraz hüzün ve enine enine enine tutku...
Mon amour, ma tendre  compagne, mon eternal amante, mon soleil... Aşkım, ince eşlik edenim, sonsuz sevgilim, güneşim... Böyle başlıyordu Patrick’in bir mektubu. Bu tarz bir ilişkim hiç olmadı Türkiye’de. Neden bilmiyorum. Belki de Türkiye tüm hayatı taşıyan cereyan yani tüm zıtlıkların birleştiği bir akımdı da ondan. İstanbul’un yüzeyindeki anguaz zamandan çıkarak uzaya yayılır ve kalıcı bir halde yani kalıcılığa dönüşerek sonsuza ayarlanır. İşte bir hüznün formunu değiştirmek gerek.
İşte dünyanın çehresinin değiştirilmesi gerektiği bu yerde gerçek devrimin zaman aşırı noktalarında, Rilke ve Rimbaud duruyor. İkisi de Hıristiyanlığı aşıyorlardı. Dünyaya insandan değil melek- lerin korkunç ve huzurlu dünyasından bakıyordu. Korkunç ve huzurlu yani tüm hayatı taşıyan cereyan ya da tüm zıtlıkların birleştiği bir akım. Kendisine ve geriye çekilen biri keşiş oluyordu, başka- larına ve ileriye çekilen biri asker, yokluğa ve olmayana çekilen biri ise şair oluyordu.
Sonsuz güzelliklerin bir anda kafama hücum ettiği bir yerde hiçbirini seçemeyerek kayboluyordum olası şiir kitapları adlarında. Bir. Şiir ve Sfenks. İki. Büyülenmiş gibi tutkun. Üç. Evrak-ı Perişan. Dört. Pejmürde Kağıtlar. Beş. Karanlık Kıta. Altı. Pars ve Turunci Şeyh. Yedi. Serencam. Sekiz. Muamma. Dokuz. X dosyaları. On. jaledar ya da jale-i eşk.
(...)

İNCİ ARAL
14 Ocak 2005
Kedi Maya, masamın üstünde, yanı başımda yatıyor. Bu gece pek çok yeni yıl başlangıcında olduğu gibi bazı günlerimi, gecelerimi kayda geçirmek hevesine kapıldım yine. Bunun benim için boş bir çaba olduğunu, her zamanki gibi birkaç sayfadan sonra sürdüremeyeceğimi bili- yorum. Günlük değil, haftalık, aylık hatta birkaç aylık notlar bile olabilir yazacaklarım, ama olmuyor. Hayat parmaklarımın, saçlarımın arasından hızla akıp gidiyor, yetişemiyorum. 
Kasım sonundan, yani “Taş ve Ten”i yayınevine verdiğimden bu yana içimde bir huzursuzluk, yaman bir korku büyütüp durdum. Olmadı, beceremedim duygusu. Sanki bu defa kimse beğenmeyecek, okumayacakmış romanımı ürküntüsü...
Ne yazdığımı hem biliyor, hem de bilmiyordum. Metni neredeyse ezbere biliyor ama anlamlandırmada güçlük çekiyordum. Bu yüzden uykularım kaçtı, çok geceler sabahladım. Başarısızlık duygumu unutmaya, kendimi avutmaya çalıştıkça daha da gerginleştim. Şimdi biraz olsun teselli olmuş durumdayım. Dostlardan, yakınlarımdan ilk olumlu görüşler gelmeye başladı.
Ama yeterince mutlu olamıyorum çünkü bitirdiğim bir roman beni yalnızca son noktayı koyduğum an sevindiriyor hâlâ. Bir tek o an zafer kazanmış olduğum sanrısına  kapılıyorum. Sonrası derin bir boşluk.  (...)

ELİF ŞAFAK
8 Mayıs, 2008
Deniz kenarında bir kafede oturmuşum. Önümde bilgisayar, zihnimde anlatılmayı bekleyen bir hikaye, içimde büyüyen bir can var. İstediğim gibi yoğun çalışamıyorum. Çabuk uykum geliyor, bazen oturduğum yerde uyuyakalıyorum. Durmadan limon kabuğu kokluyor, buz kemiriyor ve ne yazık ki artık sigara içemiyorum. Ne gam!
Eskiden olsa hamileliğin-anneliğin getirdigi değişim karşısında panikler, bundan sonra yazamamaktan ürkerdim. Halbuki ikinci hamilelik birinciden daha kolay geçiyor. Çünkü daha barışığım kendimle, bedenimle, evrenle, kainatın her bir katresiyle... Çünkü tasavvuf elimden tuttu, kaldırdı beni. Çünkü birinci hamilelikten sonra öyle yoğun bir dep- resyon yaşadım ki, dünyam değişti, kimyam değişti, ben değiştim. Dip denilen yer esnekmiş meğer. Vurunca çıkılıyormuş. Ama vurmadan da anlaşılamıyormuş böyle olduğu. İkinci hamileliğin rahat geçmesini, birinci hamilelikten sonra yaşadığım yoğun depresyona borçluyum desem kim inanır bana?
Kafede otururken bir kadın yaklaşıyor, yarı mahçup yarı mütebessim. “Elinde Siyah Süt”. İmzalamamı rica ediyor. “Bu kitap sayesinde hüznümden, çelişkilerimden utanmamayı öğrendim,” diyor. Bakışıyoruz. Gülümsüyoruz karşılıklı. Anlıyoruz birbirimizi. Türkiye’de bilhassa 20-40 yaş arası kadın okurların öyle benzersiz bir enerjisi, tutkusu, inancı var ki, sevdikleri kelimelere ve kitaplara yönelik, içim titriyor her seferinde. 

ŞEBNEM İŞİGÜZEL
 27 Nisan 2007
Günlüğümü yazmayı gece yarısına bırakırsam bir felaket gerçekleşiyor. Bu hep böyle oldu. Ama son günlerde rehavet içindeydim. Baha- nem buydu işte: Roman yeni bitmişti. Sondan başa, baştan sona okuyup duruyordum romanı. Bir bebeği göğsüne yaslayıp sallar gibi. Benim roman, “Paşalar tavan arasında toplanmış,” diye başlar iken olanlar oldu. Meğer paşalar hâlâ tavan arasında toplanırlarmış. Paşalar tavan arasında toplanmış. Yine, bir kez daha muhtıra verilmiş. Modern zamanların darbesi.
Bir felaketle yüzyüze kaldığımda iki kürek kemiğimin ortasına yerleşen sızı yine peydah oldu. Pencereyi açtım. Dışarıdan yeni tomurcuklanmış ıhlamurların kokusu geliyor. Ne kadar erken tomurcuklanmışlar böyle. İçeride kocam, felaketleri tellendiren açık televizyon,  odasında  uyuyan kızım, akşam çayımızın ince belli bardaklarda kalan tortusu. Muhtıra haberinden sonra çay kaşıklarının bile neşesi kaçtı. Bir kez daha, bu zamana yakışır biçimde darbe oldu.
“Bir ülkenin utançlarıdır tarih,” demişim romanın bir yerinde. Daha bugün okurken bir kez daha, “ Gururlarıdır, kederleridir, talihsiz kararları ya da olmadık şanslarıdır tarih,” diye devam etmişim aklımda doğru kaldıysa eğer. “Sırmalı bir ceket ya da güve yeniği dolu bir palto da olabilir tarih. Öyle bir coğrafyada bundan iyisi asla yazılamazdı denilen türde bir şey de olabilir tarih.
Tarih bunların hepsi olabilir ama asla sizin ülkenizdeki gibi masal olamaz. Tarih masal değildir çünkü,” dedirtmişim bir kahramanıma.
Kürek kemiğimin ortasına çöreklenen sızı zehirini boşaltıyor. Elim varmıyor daha fazla yazmaya. Darbe üstüne darbe, kayna kazanım kayna. Ne kadar acı.  

CELİL OKER
4 Nisan 2002
Boston’u çok beğendim. İngilizce altyazısız filmde gibiyim.  Kimsenin acelesi yok sanki. En azından gördüğüm kadarıyla şehir merkezinde öyle. Kimse koşturmuyor, sürücüler kendilerine yeşil yansa bile 5 metre ötede durup yayaya yol veriyor, kimse kornaya basmıyor, ani fren yapmıyor, trenden önce inecekler iniyor, sonra diğerleri biniyor, kalabalıksa, yolcular hiç dert etmeden bir sonraki trene biniyor. Herkes sırada beklerken çok sabırlı. Burada bazı açılardan hayat “slow-motion” akıyor. Ama arkadaşımın dediğine göre bu medeni davranışları kibarlıktan değil, yasaların sıkı olmasındanmış. Bunu bizzat yaşadım. Yayalara iyi davranan o sürücüler, yağmurlu havalarda kaldırımdakilere hiç acımıyor.
Burada çok sayıda üniversite var. Binalar Nişantaşı’nı hatırlatıyor. Amerika’nın ilk metro sistemi burada. Her yere tren gidiyor. Haftada 3 gün aikido çalışabileceğim bir yer buldum. Nokta beni zorla Museum of Fine Arts’a sürükledi. 4 saat dolaştık. (Kızın adı Nokta Çelik, gerçekten.) Bu arada hemen okulun çaprazında Boston Public Library var.  Geçen hafta üye oldum, kartım bile var! Kütüphane çok işlek, çok etkilendim.
Burada insanlar mutsuz görünmüyor. Evet sürekli kahkaha atmıyorlar, daha çok hayata karşı kayıtsız bir havaları var. Genelde herkes yaptığı işten mutlu gibi duruyor. Trendeki kondüktör, kütüphane görevlisi, marketteki kasiyer günün herhangi bir saatinde esprili olabiliyor. (...)
Son olarak, burada neredeyse kimse sigara içmiyor! Zaten her yerde sigara yasağı var. Tek tük kapı önlerinde tüttürüyorlar. Aslında bu günlüğe burada yaşadıklarımı Sevtap’a anlatırken bazı şeyleri atlamamak için başladığımı da hiç unutmamalıyım. 

ESMAHAN AYKOL
Berlin, 3 Şubat 2008
Uyudum seninle. Uyandım seninle. Yanında uzun kalamam bugün. Eve de tahammülüm yok. Ayın 5’i için söz verdiğim iş. Bitirmem gerek. Ayılmam gerek. Café Luzia’daki sallanan sandalyem boş olsa, sevdiğim garson kız çalışıyor olsa bu gün; Avustralyalı olan.
............................
Boş sandalyem. İlahi bir işaret olabilir. Mutlaka öyledir hatta.
En yakın arkadaşım Ali, aklın sesi. Konuş benimle Ali. Olamayacağını söyle, mümkün olmadığını. “Too good to be true” olduğunu. Söyle. Şimdi söyle. Karnaval var Ku’damm’da, gidelim mi? Gidemem. Gidemem, diye bağırıyorum telefonda. Gitmeyeceğim. Neden bağırdığımı sormuyor Ali. Akşama araşırız, diyor sadece.
Becerememişim, sadece düşünmek istediklerimi düşünecek alanı yaratmayı. Sadece istediğim yazıları yazmayı... Bu iş, 5’ine yetiştirilmesi gereken. Şimdi, sadece içime bakmayı istediğim bir günde...   Böyle bir günde, böyle bir iş... Kalbime baksam sadece, seni görsem... İstanbul’a kar yağıyor bu gün. Hiç olmadığı kadar memleketim İstanbul bu gün. Benim İstanbul. Sen oradasın.
Boş, sallanan sandalyem. Ayaklarımın altında bütün dünya. Kendi içimde gördüklerimden ürküyorum. Sana yazdığım, senin bana yazdığın mektuplar yanımda. Tutuk mektuplar, en başta. Bir hitap cümlesi: Merhaba. Merhaba. Selamlar. Sevgi dolu selamlar. Nerede oldu o kırılma? O çıt sesini arayarak okuyorum mektupları. Neden sen? Duygulara analitik yaklaşımlar, dersimizin adı.   

HULKİ AKTUNÇ
8 Mart 1971
Sol yanım ağrıyor gene; dursun ağrıyıp ağrıyıp.
Selim (İleri) yazı dışında bir de hikâye istedi. Öğleyin konuşuyorduk, son çıkan hikâyemden bahsetti. “Türkiye’de tek tuttuğum erkek hikâyeci sensin,” dedi, “Diğerleri kadın”. Düşündüm, “Ben de öyle,” dedim. Şaşılacak bir şeymiş gibi geldi önceleri, düşündüm, lafın gelişi  değildi söylenen, gerçekti. Onun tutkulu, acı bir sevgi yansıtan hikâyelerinin yanına kim konulabilirdi? Kızdığım halde şu kadın hikâyeci  erkek hikâyeci ayrımına, günlük konuşmada olsun doğruladı kendini.
Güzin için doğru ve güzel bir ad buldum gece yarısı: Evli Evinde. Selim’e “Bitirdim,” dedim ama, daha bitmedi. Kaygılı, Donkişot’su bir son gerekiyor Güzin’e. Koşsun, yaksın otobüsleri değil, fırlasın sokağa sokak denirse- bağırsın “Kahpeler!” diye, kâtip de koşsun, hileci saflığı olmasın o gün üstünde.