Kulis
Ayça ATİKOĞLU
Bu hafta yapacağım en hayırlı işin sizi bir kült kitap ile tanıştırmak olduğuna eminim (yeterince gösteri izlediyseniz, artık oturup bir şeyler okuyabilirsiniz):
"Amerikan Sapığı" (Om Yayınları).
Malum, "Amerikan Sapığı" Amerika arabası, buzdolabı gibi bir marka.
Kitap Bret Easton Ellis'in. Biz de bu hafta çıkta ama dünyada 80'li yıllardan beri halen çok satıyor, 20 dile çevrildi ve yüzyılın en önemli yüz kitabından biri seçildi. Ellis, 1964 doğumlu genç bir yazar. Türkçe'ye iki kitabı daha çevrildi. "Sıfırdan Az" ve "Çekim Kuralları" (Can Yayınları). Şimdilerdeyse şöhretler dünyası üzerine henüz Türkçeleştirilmemiş yeni bir kitabı daha çıktı.
"Amerikan Sapığı" beni yazarının adından çok, çevirmenin adı dolayısı ile vurdu: Fatih Özgüven. Fatih çevirdiyse iyidir diye başladım bir daha bırakamadım (sonradan Fatih'in bu kitap için İletişim Yayınları'ndan ayrıldığını ve yıllardır yayıncı aradığını öğrendim).
"Amerikan Sapığı" ilk aşamada giysi markaları ile dalgasını geçen bir kitap gibi gelse de
son derece politik bir epik roman ve günümüz Türkiye'sine şiddetle uyuyor.
Sert bir kitap bu, dili de öyle. "Kötülük olunan bir şey midir? Yoksa yapılan bir şey mi?" Ellis'in yaşananlara bakarak peşine düştüğü izlek bu. 80'li yıllarda, Reagan Amerika'sında, New York'ta zengin çok zengin, sefiller çok sefil. Kulüplere girmek için bekleşen kalabalığı dilenenlerin kalabalığından ayıran mesafe sadece bir adım. Bu uğursuz ve pırıltılı ortamda Patrick Bateman (Batman?) kendi Amerikan rüyasını (kabusunu) yaşamakta; beyaz, 26 yaşında, iyi eğitimli, Walt Street'te broker, yakışıklı, popüler, zengin, ayrıcalıklı. Paranın satın alabileceği en güzel kadınlarla sevişiyor, en seçkin markaları tüketiyor. Bunları yaparken anlatıyor, bir daha tüketiyor. Tüketilen şeyler tüketilip bitince, Patrick Bateman yok etmeye başlıyor.
Kitabın bir yerinde: "Bütün bunları size anlatmam için hiçbir neden yoktu. Bu itirafın hiçbir anlamı yoktu... Aklıma gelmezdi hiç, insanlar iyi midir, insan kendini değiştirebilir mi, insan bir duygudan, bir bakıştan ya da bir jestten haz duyarsa
dünya daha mı iyi olur. Ya da başka birinin aşkını ya da iyiliğini kabul ederse. Hiçbir şey olumlayıcı değildi, cömertliği, lafı hiçbir şeyi açıklamıyordu, bir klişeydi, kötü bir şakaydı. Seks aritmetiktir. Bireysellik mesele değil artık. Zeki olmak neye yarar ki? Aklı tanımla. Arzu - anlamsız. Zeka hiçbirşeyi iyi edemez. Adalet öldü. Düşünmek yararsız, dünya anlamsız. Kötülük dünyanın tek sürekliliği. Aşka güvenilmez. Yüzey, yüzey, yüzey, insanın anlam bulabildiği tek şey yüzey. Benim gözümde uygarlık buydu, devasa ve tırtıklı bir bıçak ağzı gibi..." diye yazıyor.
Yüzey:
Kruvaze Ermenegilda Zegna birtakım, manşetli pamuklu gömlek İke Behar'da, ipek kravat Ralph Lauren, üzeri zımbalı iskarpinler Fictelli Rossetti.
Wilton paslanmaz çelik servis tabağında sergi sunuluyor, Absolut'unu yudumlarken, kızılcık kokteyline konsantre oluyor. Tipler bizim buralarda sayıları giderek artanlara (sadece yaşam düzeyinde değil, düş düzeyinde de) ne kadar benziyor. Yüzeyin sınırları bitince de şiddet başlıyor:
Her şey William Burroughs'un "Dans edin kemiklerinizin etrafında" deyişini doğruluyor!
TED’e katkı
Beykoz Konakları'nın artık gelenekselleşen davetlerinden biri, pazar günü anneler için verildi. Havuz başında yenildi, içildi. Annesi için gelenler de vardı, anne olduğu için gelenler de. Zeynep Göğüş ikinci kategorideydi artık, ilk anneler gününü kutlamak için oradaydı, minicik Ali Sinan ile.
Birbirimizi görüp sevinmenin ötesinde günün anlam ve önemi TED üzerine kurulmuştu. TED İstanbul Koleji'nin bandosu dinlendi, anneler günü için düzenlenmiş sergi izlendi. Serdar Şansezgin de gitarıyla TED mezunlarının hoşuna gidecek parçalar seslendirdi. Ama bu etkinliklerden daha da önemli olan, insanların gözlerini yaşartan bu okulun kuruluş öyküsü ve misyonu sözcüğünü hatırlamak oldu. Uygun bir çerçeve bulunduğunda herkesin her şeyi satabileceği bir ülke haline geldiği bugünlerden bakıldığında çok uzak duran misyoncu hayat anlamına geldiği günlerde kurulmuştu TED. Atatürk kafasında 1925 yılında şekillendirir bu düşü. Ama acele etmez. Harf Devrimini bekler. Bu arada TED'i kamu yararına bir dernek olarak kurar, ancak öğretime başlamaz. 1928'i bekler. 2 Kasım 1928'de Türk Eğitim Derneği Türkçe harflerle öğretime başlayan, ilk öğretim kurumu olur. Kuruluş kararının TBMM çıkışlı kopyasının altında İsmet İnönü, Refik Saydam, Fethi Okyar, N. Tınaz, F. Öztrak, Ş. Saraçoğlu, A.F. Cebesoy, Yücel, H. Çakır, F. Ağralı, H. Alataş, R. Karadeniz, M. Erkmen gibi Türk siyasi yaşamını kuran isimlerin imzaları yer alıyor.
TED bir misyon için kurulmuş, sadece
devlet eliyle değil, yurttaşların örgütlü katkısıyla da yaygınlaştırılması amaçlanmış. Bu misyonun gerçek anlamıyla devam edebilmesi için başta eski TED'liler (Dışişleri ve iş hayatında fazlasıyla etkinler) olmak üzere herkesin üzerine düşen görevi yapması, ellerini cebe atması gerekiyor.
Yoksa hep birlikte başka misyon ve misyonerleri izlemek zorunda kalabiliriz.
Melâle aşinâ olmama hüznü
Talat Halman yaptığı her iş birinci sınıf olan o insanlardandır. Amerika'dan Türk kültürüne katkıda bulunmayı hep sürdürmüş, önemli yapıtlara imza atmıştır. Halman nihayet yurda döndü, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölüm Başkanı oldu. Bu arada pek kimselere duyurmadı ama bir de Türk Edebiyatı Merkezi kurdu. Bu iki bölümün ortaklaşa düzenlediği ilk etkinlik Kadın Yazarlar Sempozyumu oldu. Geçtiğimiz hafta ise "Kendileri ve Şiirleri" dizisini başlattılar. İlk konukları Hilmi Yavuz oldu. Bu etkinlik önümüzdeki sömestirde İlhan Berk, ondan sonraki yıl da Gülten Akın ile devam edecek. Eylül ayında ise Yaşar Kemal ile ilgili ulusal bir sempozyum yapılacak. 2000 yılında da Osmanlı kültürü ve edebiyatı üzerine çok önemli bir uluslararası sempozyum yapacaklar. Tüm bu çalışmalarında Talat Halman yalnız değil tabii ki, yanında Dr. Mehmet Kalpaklı, Dr. Orhan Tekelioğlu, Dr. Suha Oğuz Ertem gibi Norveç'te, ABD'de master yapmış önemli bilim / edebiyat adamları var. Gelelim "Kendileri ve Şiirleri"nin ilk konuğu Hilmi Yavuz'a: Halman ve Oğuz Ertem'in Yavuz'u anlatan konuşmalarından sonra sözü şair aldı. Salon tıka basa doluydu. Posterleri tüm üniversitelere asılan Hilmi Yavuz'u dinlemek için Dil Tarih'ten, ODTÜ'den, Gazi ve Hacettepe'den de öğrenciler gelmişti. 50'yi aşkın soru soruldu. Bazıları ilginçti. Bir öğrenci dizelerden birine takılmıştı:
"Kimbilir ne anlama geliyor artık / bu eskiden hüzün dediğimiz şey" dizesine.
"Şu eskiden hüzün dediğimiz şey ne?" diye sordu. Hilmi Yavuz da "Ahmet Haşim'in 'melal ' dediği şey" diye cevap verdi. Malum, Ahmet Haşim "melal"i anlamayan nesle aşina değiliz" demişti.
Sanat - Tır
Dev bir tır, üzerinde "Müzesini Düşleyen Sergi" yazıyor. 24 ressamın 24 yapıtı ile birlikte 25 kentten geçiyor. Her geçtiği kent için bir kavanoz hazırlandı. Tır o sınıra girer girmez kavanozun içine toprağı konuluyor. Böylece her Sanat - Tır'ın özel öyküsü oluturuluyor hem de kavramsal bir boyut kazandırılıyor. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar fakültesi'nin Eczacıbaşı - Vitra sponsorluğunda gerçekleştirdiği Sanat - Tır, sanatı Doğulu izleyicinin ayağına götürüyor. Geçtiği yollarda hemen herkes coşkulanmıyor, hatta çoğu biraz çekimser kalabiliyor. Ama alkışlarla karşılayanlar da oluyor. Sivas Gürün'de bir amatör ressam kendini adeta Sanat - Tır'ın önüne atıyor ve Müze'ye 4 yapıtını bağışlayarak yolculuk öyküsüne katılıyor.
Diyarbakır'da çoğu öğrenci 2 bin 2.500 kişi geziyor Tır'ı. Beğenen de oluyor, beğenmeyen de. İzleyicler içinde en ilginci 5 yaşındaki çikletçi bir çocuk oluyor. Oralarda dolaşıp duruyor ama bir türlü giremiyor. Ressamların desteği ile içeri girdiğinde önce tablolardaki çiçekleri görüyor, sonra ağaçları, sonra da kuşları ve insanları, soyut yapıtların ise renklerini sayıyor. Giderek resimleri ve Tır'ı o kadar seviyor ki, Sanat - Tır Diyarbakır'dan ayrılana kadar o bir daha Tır'ın yanından ayrılmıyor. Sanat - Tır şimdi Van'a doğru yolculuk ediyor, sonra Bayburt'a ve Erzurum'a gidecek. Sonra iki yolculuğu daha olacak İç Anadolu - Karadeniz ve Ege - Akdeniz'e. Tır bütün yolculuklarını Sultanahmet'teki Müze'nin önünde bitirecek. Düşler gerçek olacak.