27.11.2020 - 11:34 | Son Güncellenme:
İhsan Dindar - milliyet.com.tr / ihsan.dindar@milliyet.com.tr
Türkiye ölçeğinde son yıllarda gördüğümüz en büyük prodüksiyonlardan biriyle karşımzıdasınız. Siz de yıllar sonra yeniden bir Amadeus performansıyla sahnedesiniz. Öncelikle bunun sizde yarattığı hissiyatı sorarak başlamak istiyorum...
Benim Mozart oynama derdim yok. Bir oyuncuyum ben ve Peter Schaffer'in Amadeus adlı oyununu oynama derdindeyim. Bunun yanında tabii ki Peter Schaffer Mozart ve Salieri'ye ne kadar sadık kaldıysa ben de o kadar sadık kalıyorum.
Kişisel olarak Mozart ve klasik müzikle ilişkiniz nasıl bu arada?
Mozart'ı severim. Beethoven'ı da severim. Mahler'i çok severim. Çaykovski'yi, Wagner'i, Şostakoviç'i çok severim. Ama en çok kimi dinlersin? diye sorarsan Bach derim. Bütün müzik dinleme rutinim, alışkanlığım içinde klasik eserler %20'dir. Ama ben çoğunlukla 70'li yılların saykodelik şarkılarıyla çok mutluyumdur. Bir gece sabaha karşı eve döndüğümde yetişkin içerikler açmam ama ondan daha da fazla haz verici bir şeyi yaparım; internet üzerinden araştırmalara girişirim, müzikler dinlerim. Benim için çok yüksek derecede haz verici şeylerdir bunlar. Peki burada yaptığım şeyin Mozart ile bir alâkası var mı? Hayır, hiç alâkası yok.
Neden böyle düşünüyorsunuz?
Yani yaptığım şey aslında Peter Schaffer'in metnini ve Işıl Kasapoğlu'nun rejisini oynamak.
Mozart bugün için çok büyük bir isim. 2. Joseph'in sarayında bulunmuş, konser vermiş bir isim. Ama bugün mezarı bile tam olarak bilinmiyor. Böyle bir hayat hikâyesiyle karşılaştığınızda herhangi bir özdeşlik kurdunuz mu? Veyahut ayriyeten bir araştırmaya giriştiniz mi? Örneğin, bu dahi müzisyen nasıl bir duygu dünyasına sahipmiş?
Buna şöyle bakmalıyız. Hepimiz farklı akvaryumlarda yaşıyoruz. Çağlar boyunca da böyle oldu. Mozart'ın akvaryumunda Mozart aslında büyük de değil, küçük bir gösterinin içerisinde dolandırılan bir çocuk. Bir maymun gibi -ki oyunda repliği de var- Avrupa'da saraylarda dolaştırılıp gözleri kapalı piyano ya da keman çalan bir akrobat aslında. Bunun yanında bütün evrenini, akvaryumunu, beslenmesini o dönemin buyurganları, asilleri, zenginleri tarafından halledilmiş bir saray insanı. Bir şımarık çocuk hatta. Fakat Tanrı vergisi bir deha da aynı zamanda. Notalar dünyası içerisinde hiç müsvedde yapmadan doğrudan tertemiz yazılmış notalarla bir senfoniyi baştan sona yaratabiliyor. Böyle bir hünerli çocuk hayatının sonraki bölümünde Viyana'da müzik ve saray kliklerle -ki bunlar arasında bir tarafta Masonlar bir tarafta asiller, bir yandan da rekabette olduğu Salieri var- baş edemiyor. Salieri ile tanıştığında 26 yaşında biri. Bir yandan bu rekabet içerisindeyken hayatı yaşamaya başlıyor. Üstelik ilk defa da babasının evinden uzakta, saray ortamının uzağında evlenip çocuk sahibi olup ev geçindirmeye çalışan ama öte yandan da eğlenen bir adamın hikâyesi var karşımda. Ben böyle bakıyorum. Çünkü Peter Schaffer'ın tekstinde bunları anlatmam gerekiyordu. Böyle bir çocuk olmam gerekiyordu.
Yavaş yavaş o halde sahneleme sürecine gelelim. Prova dönemi nasıl geçti?
Provalar sırasında Işıl Kasapoğlu ve Selçuk Yöntem ikisi birden bana dediler ki "bizim seninle ilgili tercihimiz çok doğru". Işıl bana dedi ki "sen hep kazanan bir adamsın. Hiç kaybetmiyormuş gibi görünen birisin. Halbuki şimdi her geçen gün biraz daha kaybeden bir adamı canlandıracaksın" Kaybeden bir ses tonu, kaybeden bir vücut kullanmamı istedi. Oynadığım da bu. Oyunun birinci perdesinde ortalığı karıştıran, herkese sataşan, ironik ve sarkastik konuşan, çok bilmiş, ukalâ ve çok yetenekli bir adamken ikinci perdede tamamen kaybeden bir adamı oynuyorum.
Üstelik Mozart tüm bunlar olurken aslında Salieri ile bir rekabet içinde olduğunun farkında değil...
Hiç farkında değil. Zaten öyle bir derdi de yok. Zaten üstün. Miloş Forman'ın uyarlamasında bununla ilgili bir parti sahnesi var. Orada Salieri'nin taklidini yapar. Salieri'yi bir maymuna benzetir. İlginç olan bu hikâye Mario Puzzo ve Francis Ford Coppola hikâyesi gibi değildir. Peter Schaffer ve Miloş Forman beraber çalışmışlardır. Peter Schaffer senaryosunu yazmıştır. Bu da bir yazar için aslında müthiş bir olay.
Böyle bir konuşmada Miloş Forman'ın Amadeus filmine değinmemek olmaz zaten. Rolünüze hazırlanırken filmi yeniden izlediniz mi?
Burada bir komiklik var. Bu bahsettiğimiz film Türkiye'de hiçbir dijital platformda yok. Bu filmi izlemenin hiçbir yolu yok yasadışı olanlar dışında. Nasıl oluyor da bu kadar Oscarlı bir film Türkiye'de hiç tüketilmiyor? Filmle şöyle bir hikâyem var. Fransa'da öğrenci olarak Science Economique okuyordum. Ana akım sinemalarda gösterimi kalktıktan sonra daha küçük bir stüdyoda izledim. Filme bayıldım. O zamanlar yaşım 19. Daha sonra Fransa'daki eğitimimi bırakıp Türkiye'ye döndüm ve konservatuvar sınavlarına girdim. İki konservatuvarın da sınavına hazırlanırken Salieri'yi oynadım.
Bir şekilde kader ağlarınızı Amadeus ile örmüş gibi...
Salieri rolümle konservatuvara girdim. O sırada Yücel Erten'in sahneye koyduğu rahmetli Alev Sezer ve Can Gürzap'ın başrollerini oynadığı o müthij rejide Salieri'nin birinci uşağının o rolden ayrılması üzerine daha birinci sınıftayken o rolü oynamaya başladım. Sonra aradan uzun yıllar geçti Devlet Tiyatrosu arada bir Amadeus prodüksiyonu daha yaptı. Geçtiğimiz yıl da bu büyük prodüksiyon için tekrardan bana geldiklerinde ne para pul konuştum ne de başka bir şey konuştum. Hiçbir şey konuşmadan tamam dedim. Üstelik bir rekor söz konusu. Dünyada bu rolü 56 yaşında oynayan bir adam yok.
Bu bir eleştiri konusu oldu hatta. "35 yaşında ölen bir adamı niye 56 yaşında bir oyuncu canlandırıyor?" gibi eleştiriler geldi. Bu noktada yaşın bir önemi, bir belirleyiciliği var mıdır?
Herhangi bir oyuncu Işıl Kasapoğlu ile beraber benim kadar çok aksiyon sahneleyebileceğini sanmıyorum. Çünkü ben her oyunda bir bilardo topunu istakayla yanlışlıkla seyirciye doğru fırlatıp düşmeden yakalamak zorundayım. Yirmi kadar oyunda seyirciye bu bir kere düştü. Seyirci de bana topu verdi ve devam ettim. Tüm bunları da repliklerimi söylerken yapmak zorundayım. Ben bu oyunda tırmanmak zorundayım. Ben bu oyunda yerlerde sürünmek zorundayım. Masaya atlayıp masadan düşmek zorundayım. Üstelik bizim sahnelediğimiz finaldeki gibi aksiyonlu bir son hiçbir prodüksiyonda yapılmamıştır. Bunu yapanlardan biri 67 yaşında diğeri de 56 yaşında. Bu bize şunu da gösteriyor ne Selçuk Yöntem ne de Okan Bayülgen sadece iki fizik değil. Her iki adam da adrenalin kullanmayı çok iyi bilen ve bununla harikalar yaratan insanlar. Sonuçta beni ip üzerinde de yürütebilirsin. Bunun çalışmakla alâkası var. Ama ben kendi kabaremde de bunu görüyorum. Tiyatrolarda da bunu görüyorum. 20 yaşında bir genç ama aynı zamanda bir çuval. Burada biz tecrübemizle ses tonlarımızla birisi 32 diğeri 26 yaşında iki adamı oynuyoruz. Ve evet, oluyor, yapabiliyoruz. Selçuk Yöntem ödül aldı mesela. Ben hep şakasını yaptığım üzere yine alamadım. Yüzyıllar süren lânet devam ediyor. Yine Salieri kazanıyor.
“Artık bu ödülü bana vermeyin”
Gelecekteki ödüller için iddialı mısınız? Bu prodüksiyon belli ki uzun soluklu bir iş olacak…
Ben en önemli tiyatro, sinema ve televizyon ödüllerini defalarca aldım. Bu şekilde kaç tane ödül konuşmam var “artık bu ödülü bana vermeyin” diye. Ödülleri ne yapacağımı bilmiyorum. Evim ödüllerle dolu. Dolayısıyla bir ödül beklentim yok. Ben ödüllük oynarım. Beni işin bu kısmı ilgilendirir. Zaten içim rahat bir şekilde bu şakaları yapabiliyorum “Salieri’nin lâneti devam ediyor” diye.
Gerçeğe baktığımız aslında Salieri’nin pek de kazanmadığını görüyoruz aslında. Çok basit bir örnek verecek olursak; dijital müzik dinleme platformlarına baktığımızda Mozart’a dair binlerce kayıt karşımıza çıkıyor. Ama Salieri için bu denli yoğunlukta bir kayıt yok. Ki o dönem Mozart’ın dehasını fark edebilecek kadar iyi bir besteci...
Bu her yüzyılda birilerinin başına gelecek. Bu yüzyılın Türkiye ve dünyada günlük hayatın kazananlarıyla nihai kazananları elbet belli olacaktır. O yüzyılda da Salieri sarayın adamı Mozart ise halkın adamı diyebiliriz. Halbuki aslında değil. Mozart da halkın adamı değil aslında. O da sanat adamı. Halkın adamı sanat adamı da uzun bir tartışmadır. Bu, ülkemizde de 60’lı, 70’li ve 80’li yıllarda yapılan sonrasında da Allah’tan unutulan “sanat sanat için midir?” yoksa “sanat toplum için midir?” gibi lüzumsuz bir tartışmadır. Aykırı, yenilikçi, iyi olan, bir başkasının torpili ya da icazetiyle veyahut desteğiyle değil de kendi ayakları üzerinde duran, kariyerinde hep yumuşak halılarda değil de zorlu yollarda yürüyen, tekrar kaybeden, tekrar kazanan, kaybedince çok büyük kaybedip biz hep bu hikâyelerden söz ediyoruz. Hep bir hayatta kalma hikâyesinden bahsediyoruz. Tüm bunları anlatan öykülere, biyografilere, belgesellere bayılıyoruz.
“Salieri Kompleksi kötü bir şey değil”
Bu biraz da insanların ilham kaynağı arayışıyla da ilgili olabilir. İnsanlar kendi yaşamlarıyla belli başarılar elde etmiş insanların yaşantıları arasında bir özdeşlik de kurmak istiyor olabilir. Bu noktadan biraz da şu meşhur Salieri Kompleksine gelmek istiyorum. Sizce bugün Türkiye’de veya dünyada bu kompleks devam ediyor mu?
Tabii ki. Salieri Kompleksi kötü bir şey değil. Bu bir aşağılık kompleksi gibi bir şey değil. Salieri Kompleksi dediğimiz kompleks aslında başka bir sanatçıyı kıskanan bir sanatçının, kıskandığı kişinin dehasını hemen görebilecek bir yapıda olması gerekiyor. Zaten oyun boyunca da bu işleniyor. “İmparatorun esnediği, halkın beğenmediği ya da ne olduğunu anlamadığı bir şeyi ben görüyordum” diye anlatıyor Salieri. Bir dehayı anlamak da öyle her vatandaşa bir Allah vergisi yetenek değil.
“Bu hikâyeyi Puşkin başlatıyor”
Hatta bir replik de Tanrı’ya bir yakarışı var. Salieri diyor ki “Tanrım, madem bana Mozart’ın yeteneğini vermedin onu anlayacak dehayı da vermeseydin keşke” der…
Bunu kilisede de yakarırken yapıyor. “Bana seni anlatabilme, seni ifade edebilme yeteneği ver” der. Bunun için de bir şöhret ister. Yani şöhret demek bir ortam bir konfor demek. Böylece de “seni anlatabileyim Tanrım” der. “Senin yolundan gidiyorum. Yasaklarına uyuyorum. Ama öte yandan kafasına takmayan bir şımarık, bir serseri, bir ahlâksız ne hakla bu yeteneği veriyorsun? gibi bir yakarışı var. Böyle bir hesaplaşmaya girişiyor. Hatta bu hesaplaşma öyle bir boyuta geliyor ki Salieri intikam için Mozart’ı öldürmüş izlenimini yaratıyor. Aslında baktığımızda bunun gerçeklikle pek alâkası yok. Bu hikâyeyi Puşkin başlatıyor. Puşkin bir öyküsünde Salieri’nin Mozart’ı zehirlediği gibi bir savı ortaya atıyor. Peter Schaffer da çok üstün bir yazar olarak burada bir malzeme buluyor. Bunu alıyor ve yürütüyor. Peter Schaffer’in oyununda da sonuçta yine Tanrı kazanıyor. Biz onu bir tür muallâkta bitiriyoruz ama oyunun devamında Tanrı, Salieri’yi yine rezil etmiştir.
Halbuki Salieri, Mozart’ın imparatorluk sarayına girmesine vesile oluyor…
Mozart’ın çocuklarının piyano hocalığını yapıyor. Salieri burada aslında bahtsız. Salieri, Puşkin ve Peter Schaffer tarafından bir kez daha yargılanmış ama bir yandan da tekrar şöhrete eriştirilmiştir. Ama o şöhretle beraber kötü bir üne de mahkûm edilmiştir. Belki bu Salieri Kompleksi’nin yanında bu bahtsızlıkla ilgili olarak bir de Stockholm Sendromu gibi yeni bir “bahtsız bedevi önermesi” yaratılabilir.
“Bütün ekip benden şüphe ediyordu”
Projenin başlangıcında Çolpan İlhan & Sadri Alışık Tiyatrosu ve Piu Entertainment size doğrudan Mozart rolü teklifiyle mi geldi? Yoksa bu bir karar sonucu mu ortaya çıktı?
Hayır, doğrudan Mozart diye geldiler. Selçuk Yöntem zaten belliydi. Selçuk Yöntem ile benim karşılaşmalarım, kendisine saygı ifade etmelerim, kendisine hayranlığım, sevgim zaten vardı. Ama hiç beraber çalışmamıştık. Bütün ekip benden şüphe ediyordu. Değil mi ki ben bir starım, televizyondayım, şuradayım, buradayım, seslendirmedeyim… “Acaba bu adamın gelişi tıpkı Mozart’ın saraya gelişi gibi bir şey mi olur?” diye düşünülmüş olabilir. Ama bir ters köşe yaparak bir anda Işıl Kasapoğlu ve Selçuk Yöntem ile başlayarak diğer oyuncuların en küçük, en tatlı amatör çocuğu olarak provalara geldim. Provalar süresince de şöyle bir şey gerçekleşti; benim aynı anda televizyon programlarım, İstanbul dışındaki turnelerim vs. bunlar ortaya çıktı. Dolayısıyla ben provaların yarısında vardım. Allah’tan karşımda Selçuk Yöntem gibi bir fenomen sanatçı vardı. Selçuk Yöntem o kadar usta bir oyuncudur ki bütün provaları lehine çevirir. Provalar boyunca çok fazla biriktir ve prömiyer gecesi oynamaya başlar. Bu bir efsanedir tiyatro dünyasında. Selçuk Yöntem ne oynayacağını prömiyerde gösterir. Bu dehşetli bir heyecan yaratıyor.
Şu günler büyük bir belirsizlik bulutu taşıyor üzerinde. Aralık sonrası da Amadeus sahnelenmeye devam edecek mi? Zira bir yandan da aşılanmaların başlanacağı konuşuluyor…
Prodüktörler istiyor. Oyun çok iyi bilet satıyor. Pandemi koşullarına rağmen son iki oyunumuz çok büyük ilgi gördü. Hiçbir oyunun görmediği ilgiyi gördü. Yani bu aslında bir tür Broadway’de para basan oyun. Çok çok iyi organizatörleri var; Çolpan İlhan & Sadrı Alışık Tiyatrosu ve Piu Entertainment. Böylesi büyük bir işin başarılabilmesi ancak büyük ödenekli tiyatroların yapabildiği bir iştir. Bu makina yıllarca hayatına devam eder. Pandemi sürecinde ne olur? SARS benzeri bir biçimde virüs bir anda ortadan kaybolmazsa aşıya mahkûm kalırsak bu işin yazdan önce kurtuluşu görünmüyor. Bizi çok daha zor aylar bekliyor. Tiyatrolar için çok daha zor bir zaman bekleniyor. Biz bu konuşmayı yaparken devletimiz bir genelgeyle pek çok işletmeyi tedbirler kapsamında haklı olarak kapattı. Tiyatrolar şu an açık. Ben burada yemeli-içmeli bir kabarenin sahibiyim. Ben de kabaremde bir takım çözümler bulmaya çalışıyorum. Sinemalar, sektörün de isteği üzerine kapatıldı. Ama şimdi tiyatrolarla ilgili ne olacak. Birçok tiyatro kira ödemek zorunda. Devlet, resmen kapatmamış durumda. E peki bu tiyatrolar ne yapacaklar? Seyirci nasıl gelir? Peki biz seyircinin gelmesini istiyor muyuz? Evet. Çünkü içimiz rahat. Aydınlık, spotlar altında gerçekleştirilen bir işte insanlar belli bir mesafede maskeleriyle oturup bir şey izliyorsa, HES koduyla içeriye kabul ediyorsak, bütün sağlık standartlarına uyuyorsak bu sınırlar içinde bir şey olması mümkün değil. Zaten kontrollerimizi de sürekli yaptırıyoruz. Ama tabii buradan çıkınca nereye gider, ne yapar onu bilemem. Ama insanların endişelerini ne yapacağız?
İşte en önemli noktalardan biri bu. İşin psikolojik boyutu ve bu sürecin başarılı bir şekilde de yürütülmesi çok önemli…
Tamam, dışarıda bir araya gelinmesin. Ama kimse evde toplanmasınlar demiyor. Kimse sağda solda buluşulmasın demiyor. Başka ülkelerde 5-6 kişiden fazla bir araya gelinmesin deniyor. İstanbulumuz 200 kişilik ev partileriyle çalkalanıyor. Devlet haklı olarak dışarıda buluşmaları engellemeye çalışıyor. Ancak bu tip mekânları da ne kadar kapatırsanız gayrimeşru yerlere kaymalar olur.
“Hayatımı aptal bir makinaya adamadım”
Peki bu yaz için ümitli misiniz?
Ben çok ümitliyim. Ben her zaman ümitli biriyim. Çünkü ben Instagramcı gençlerden ve Instagramcı yaşlılardan farklı olarak hayatımı aptal bir makinaya adamadım. Dolayısıyla ben cep telefonumla çok az vakit geçiriyorum. Telefonumda Twitter, Instagram, Pinterest, Facebook yok. Maalesef bir sürü çalışma grubundan ötürü Whatsapp kullanıyorum. Onun dışında cep telefonunu hâlâ eski ahizeli telefonlar gibi kullanıyorum. Telefonla konuşmayı hiç sevmiyorum. Zoom’dan nefret ediyorum. Benimle Zoom görüşmesi yapanları korkaklıkla suçluyorum. Bu süreci kabaremizde üç ya da dört prodüksiyon hazırlayarak geçireceğiz. Bütün oyuncu arkadaşlarım buna hazır. Kabaremiz bu tür çalışmaların, beyin fırtınalarının yapıldığı yere dönüşecek. Tabii mecburen dijital olacak. Pandemi sonrasına müthiş bir repertuvarla geleceğiz.
Son olarak şunu sormak istiyorum. Pandeminin başlangıç döneminde insanlar dışarıya dahi adım atmaya çekiniyordu. Siz o süreçte çıkıp canlı yayında kitap okudunuz. Öte yandan sizin de bir kızınız ve sorumluluklarınız var. Bu nasıl bir motivasyon?
Teşekkür ederim benim hakkımda böyle düşündüğün için. Bu bir cesaret değil. Bunun cesaretle de pek alâkası yok. Bu sadece evet, söylediğin gibi sadece bir motivasyon. Çünkü bir yandan da yaşamamız gerekiyor. Meselâ şu an salgından korkanlar aynı derecede trafikte kaza yapmaktan korkmuyor. HIV pozitif olmaktan o kadar korkmuyorlar. Bu demek değil ki ben Amerika veya Avrupa’daki gibi corona virüsü yok sayıyorum. Sakın öyle anlaşılmasın. Ama yaşamayı unutanlara da bir yandan korkunun ecele faydası yok demek istiyorum. Fazıl Say ile geçen yaptığınız röportajı okudum. Çok güzel bir röportajdı. Ben de geçen kendisini yayında ağırladım. Bana “pandemide ne yaptın?” diye soran tek adam olduğunu fark ettim. Israrla onu sordu. Bana “hastalandın mı?” vs soruları sormuyor. Diyor ki “pandemide ne ürettin?” Ben de ona dedim ki “sen de ne kadar kompetitifsin” Bu ne kadar ilham verici ve yüreklendirici bir şey. Ona da size de aynı şekilde saygılarımı sunuyorum.