14.08.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Seyhan Akıncı - Geçtiğimiz yıl atmosferdeki karbondioksit oranı 419 ppm olarak ölçüldü. Pek muhtemel bu yıl yeni ölçüm sonrası karşımıza daha yüksek bir rakam çıkacak. İnsanlık için verilen kırmızı alarmı Türkiye’nin tek yeşil müzesi olma özelliğini taşıyan Sakıp Sabancı Müzesi bu yıl altıncısını Sabancı Vakfı’nın desteğiyle düzenlediği Müzede Sahne’de “Dünya 419 PMM Bir Sahne” ile veriyor. Emre Koyuncuoğlu’nun sanat yönetmenliğinde her yıl bir tema çerçevesinde gerçekleşen Müzede Sahne’nin odağında bu yıl iklim krizi var. Üç farklı yazar iklim krizini merkezine alan oyunlar kaleme aldı. Bu isimlerden biri de son dönemlerde yazdığı oyunlarla dikkat çeken yazar Şebnem İşigüzel. İşigüzel’in oyunu “Taş” çarşamba akşamı SSM’nde prömiyer yaptı. Zinnure Türe’nin yönettiği oyunda ellerinde değnekleriyle üç kuşaktan kadının iklimle ve kendileriyle mücadelesi seyircilerden büyük alkış aldı. Oyun öncesi bir araya geldiğimiz Şebnem İşigüzel ile tiyatro oyunu yazmayı ve iklim krizini konuştuk.
İklim krizinin hayatlarımıza nasıl etki edeceğini daha somut olarak keşfettiğimiz bir dönemde siz “Taş”ı yazmaktaydınız... Nasıl bir süreçti?
Sanırım çok acı gerçeklerle aniden yüz yüze geleceğiz. Ve hiçbirimiz bunun farkında değiliz. Ben de bir tema üzerinden yaratmam teklif edildiğinde çevreyi aslında çok az hikâye ettiğimi gördüm. İnsan olarak, sanatçı olarak duyarlıyım ve elimden geleni yapıyorum ama bu kadarla kalmışım. Bundan utandım. Bu oyun bir vesile oldu. Çünkü aslında biz burada utanırken; ağacı, toprağı, taşı, suyu için mücadele eden, direnen insanlar var. Bu oyun onların hikâyesi. Onlar, sezgileriyle bizden çok önce yüzleştiler ve büyük bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunun farkına vardılar. Oyun bunun üzerinde yükseliyor.
Bu yazım süreci sizin için de bir yüzleşme olmuş...
Çevre için direnenler arasında özellikle kadınlar çok ilgimi çekti. Çünkü ben hep kadınları anlattım. Dolayısıyla kadınlar üzerine yazmak da büyük bir mutluluk ve güç verdi. Ve ilk defa, gördüğüm şeyler üzerinden ilham aldım. Bu oyunun bir coğrafyası yok ama izlediğinizde bir coğrafyası olduğunu hissediyorsunuz. Dolayısıyla zeytinini koruyan, “Devlet benim” diyen, taşını koruyan, kepçelerin önüne çıkan ve dimdik duran kadınlar herkes gibi beni de çok etkiledi. Bir şekilde unutulmasınlar da istedim. Çünkü oyunların çok uzun bir hayatı oluyor. Bu açıdan evet, yüzleştim. Ben de aslında herkes kadar farkındaymışım. Bir de gerçekten bir şey yapmış oldum.
Bir yazarı tema üzerine yazmak ne derece kısıtlıyor ya da ne derece sınırlarını zorluyor ya da daha yaratıcı bir hâle getiriyor?
Yazmak benim hayatım. Bu açıdan zorluk çekmiyorum. Yazamayacağım, durduğum bir an çok az olmuştur. Burada da kadınlar kurtardı açıkçası beni. Direnen kadınlar değnekleriyle başıma dikilmeseydi, onlar masamın başında konuşmasaydı belki ben de tıkanırdım. Aslında utanç verici durumda uzak kaldığım ya da öylesine çağdaş bir insan olarak baktığım, bazı imzalar verip, bağışlar yapıp vicdanımı rahatlattığım bir alandaymışım. Asıl onlar hayatımızı koruyorlar.
“Yaralarım Aşktandır” ile başladınız tiyatro metinleri kaleme almaya... Bu alan sizi nasıl besliyor?
Bu yıl İstanbul sahnelerinde dört oyunum oynuyor olacak. “Ben tiyatroyu sevdim tiyatro da beni sevdi” diyeceğim. Klişe olacak ama öyle. “Yaralarım Aşktandır” ile başladı, “Ağaçtaki Kız”la devam etti. “Taş” ve “Dünya Yerinden Oynar” bu sezon izleyiciyle buluşacak ve üç oyunum da çekmecede bekliyor. Tiyatro için yazmayı neden sevdim? Bir; hakikaten masa başında yaşayan bir insanım. Yazarak varım ve tiyatro için yazmak, sahne kurmak, konuşturmak edebiyat kadar tatlı bir oyun, bunu fark ettim. Bu çok hoşuma gitti. İkincisi; yenilikçi olduğum için herhalde ayakta kalıyorum. Bir de en önemlisi düşmemek için pedalları çeviriyorum. Buna herkesin ihtiyacı var. Ayrıca kızım tiyatro okudu. Umarım günün birinde benim yazdığım bir metni yönetir, oynar, bir iş birliğimiz olur. O dünyayı bana seslendiren o oldu. 24 yaşında bir gençten ilham ve eğitim almış oldum.
Tiyatroyu kalem oynatma anlamında sizin için yeni olarak tanımlarsak kimler sizin ilginizi çekiyor?
Çok eski metinler. Mesela Shakespeare; sinemayı besliyor, tiyatroyu da... Hâlâ hâlâ yeniden var ve o 1500’lü yıllarda bunları yazdı. Bu büyük bir büyü. Ibsen’in “Bir Bebek Evi Nora”, “Yaban Ördeği”, klasiklerin hiçbiri ölmedi. Yeniden uyarlandıklarında da yeni ve başka oluyorlar. Çok heyecan verici. Çocukluktan tiyatroyla bir bağ kurulması önemli. Mesela “Mikado’nun Çöpleri”ni yeniden okudum. Ne kadar güzel bir metin. Yenilerden “Parçacıklar”ın yazarı Nick Payne çok ilginç bir isim. Çok karmaşık, modern bir metin ama çok güçlü bir duygusu var. Edebiyatta çok modern metinler kurmadım ama tiyatro buna daha çok alan açıyor. National Theatre’dan “Arzu Tramvayı”nı izledim, kayıttan çok güçlü bir işti. O iş her defasında yenileniyor. Tiyatronun bu yeniden yeniden dirilme hâli çok cezbedici. Bir de izleyiciyle anında temas oluyor. Oyunlarımı özellikle izliyorum, salon hep yaşıyor ve her gece salon başka bir salon oluyor.
“Çağdaş yazarlarla toplum arasında köprü yok”
Güncel tiyatro dünyasında neleri takip ediyorsunuz?
Pek çok tiyatro, şahane oyunlar sahneliyor. Mesela “Dirmit” uyarlamasına hayran oldum. Hem Latife Tekin’e yeniden büyük bir hayranlık duydum hem de Nezaket Erden’in ete kemiğe büründürmesi olağanüstü. “Tehlikeli Oyunlar” mesela, dokuz-on yıl oynadı. Oğuz Atay’a insanlar ona kadar bence yabancıydı. Kitleler oradan yaratıldı. Okuduğunuzda ya da sesli kitaptan dinlediğinizde ne hissedersek misli misli fazlası geliyordu “Tehlikeli Oyunlar”da. Bu çok etkiledi. Bunlar belki de tiyatro için düşünmeme, yazmama da neden olan şeyler.
“Belki birileri Oğuz Atay’ı oyun sayesinde keşfetti” dediniz, Şebnem İşigüzel’i oyunlar sayesinde keşfeden var mı?
Tiyatronun ve edebiyatın izleyicileri, okurları farklı yerlerde duruyor. Oyunu izliyor çok seviyor ama çok azı metinlere ulaşıp “Başka ne yazmıştır acaba?”yı merak ediyor. Ama bu çağdaş yazarlarla, modern metinlerle toplum arasında bir köprü olmamasından kaynaklanıyor. O köprü de aslında eğitim. Ortaokul, lisede hiçbirimizin adı öğretilmiyor ve bilinmiyor. Benim üst kuşağım da buna dahil. Oysa edebiyat öğretisi çağdaşlardan başlamalı. Bu köprü kurulmadığı için el yordamıyla bulunuyor.