13.04.2020 - 07:00 | Son Güncellenme:
Kadın intikam filmlerinin zaman zaman feminist bulunduğu, anlam karmaşalarıyla dolu bir çağda yaşıyoruz. Çoğunlukla kadın bedeninin intikamını alan kurbanların acıyla bilenip kan döktükleri bu filmlerin hangi aşamada istismara hangi aşamada feminizme tutunmaya çalıştıkları, sanıldığı kadar belirgin değil. Her iki şekilde de, -ilginçtir- hiçbir erkeğin kendi bedeninin intikamını almadığı bu türde kadın intikamcıların oyunu eşitleme çabaları daha varoluşsal bir mücadeleye dönüşüyor. Bu sebeple, başlıkta sorduğumuz soruya gönül rahatlığıyla cevap verebiliriz: Evet, intikamın cinsiyeti vardır.
İntikam filmlerinde kaybedilmiş olanın, kaybedildiği için can yakanın tanımı kadın bedeni ekseninde kaldığı müddetçe, tam anlamıyla feminist bir intikam filminden bahsedemeyiz. Kaldı ki, kadın intikam filmlerinin feminist olması gerekmiyor. Hatta doğaları gereği bir kan uyuşmazlığı mevcut zaten. Ama bunu gelin de birer ikişer erkek haklayan kadın karakterleri mitleştirmeye bayılan kültürümüze anlatın. Özellikle #MeToo’dan sonra aradaki ayrımın gittikçe silikleştiği gün gibi ortada.
Kadın bedeni için alınan intikamın ilk durağında, tecavüz mağduru kadının öç peşinde koştuğu filmler var. ‘70’lerde “I Spit on Your Grave / Mezarınıza Tüküreceğim” gibi istismar filmlerinin başı çektiği bu alt türde, kadın bedeni sömürüsü filmin aracı olmaktan çıkıp amacı halini alıyordu.
Kadın intikam filmleri arasında parsayı toplayan “Kill Bill” yerine ona ilham olan filmlere değinmek daha açıklayıcı olabilir. ‘70’lerde Japonya’dan çıkan “Lady Snowblood” annesine tecavüz eden ve ailesini öldüren kişilerden intikam almak için büyütülen genç bir kadının hikâyesini anlatıyordu. “Lady Snowblood”, Quentin Tarantino’nun resmi esin kaynağı olarak biliniyor. Ancak François Truffaut’nun ‘60’larda çektiği “La mariée était en noir / Siyah Gelinlik” bu tahtın daha güçlü bir adayı. Her ne kadar Tarantino “Siyah Gelinlik”i hiç izlemediğini iddia etse de… Filmde Jeanne Moreau’nun canlandırdığı “Gelin”, düğün günü müstakbel eşi öldürülünce katillerin peşine düşüyor ve onları öldürdükten sonra kurbanlarının isimlerini küçük defterinden teker teker siliyordu. ‘İntikamcı gelin’ figürünün bu kadar öfke dolu olmasına sadece damadın kaybının sebep olduğu sanılmasın. Sıradan bir kadının içinden bir suikastçı çıkaran bu hikâyelerde, düğün günü berbat olan, ‘evlilik hayali’ baltalanan, mükemmeliyetçi bir kadının öfkesi de var. Özellikle gelinliğin kana bulanması kadının kutsalına bir saldırı olarak kodlandığı için, ne “Kill Bill” ne de “Siyah Gelinlik” cinayetleri haklı çıkarmakta en ufak bir zorluk yaşıyor. Truffaut’nun en az sevdiği filmi olduğunu söylediği “Siyah Gelinlik”i bugün izlerseniz pek iyi yaşlanmadığını görürsünüz ama yine de listesini tamamlarken kılıktan kılığa giren ve absürt cinayet yöntemleri kullanan kadın intikam savaşçıları arasında mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir kahramanı var.
Düğün günü mahvolan kadınların tam karşı kıyısında, yasak bir ilişki içinde önce sevilip sonra unutulan kadınlar duruyor. Sahip olamadıkları üzerinden uzun uzun yargılanan ve cezalandırılan bu karakterlerin, kutsal aileye karşı verdikleri kan, ter ve gözyaşı içindeki savaş nadiren zaferle sonuçlanıyor. 1960 yapımı Güney Kore filmi “The Housemaid”de, bir femme fatale olarak girdiği evde kutsal ailenin hamurunu bozan, onu yoldan çıkaran bir hizmetçiye rastlıyoruz. Yıllar içinde, aileye öfkeli, intikamcı kadın prototipinin ekonomik özgürlüğe sahip, güçlü kadına evrildiğini vurgulamak gerek. Fatal Attraction / Öldüren Cazibe”ın Alex Forrest’ı, evin tavşanını tencereye koyup haşlamadan önce başarılı bir yayınevi editörü olarak çıkıyordu karşımıza. “Öldüren Cazibe”de, yarattığı sarsıntıya rağmen ailenin düşmana karşı birleşme hikâyesi o kadar sevildi ki, sadece bu filmin ardından gelen benzerleri kendi aralarında bir alt tür oluşturabilir. Ancak #MeToo döneminde bu filmlerin ana akım sinemanın yanına yaklaşamadıkları bir gerçek. Tam bir ana akım filmi olan “Öldüren Cazibe” de bugün çekilemezdi.
Yazının tamamı Milliyet Sanat’ta