04.03.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Müjde Işıl - Yakın zamana kadar bir süper kahraman ya da ajan filmi için başlıca merak konusu, karakteri kimin canlandıracağı ve filmi kimin yöneteceğiydi. 2000'lerin başından beri artık o kahramanın ne kadar "defolu" ve hikâyesinin ne kadar karanlık olacağı da önem kazandı. Christopher Nolan'ın Batman'e, "Casino Royale"in senaristleri Neal Purvis, Robert Wade ve Paul Haggis'in James Bond'a getirdiği yorum, algıları değiştirdi. Artık karşımızda karşı cinsi tavlamak yerine geçmişindeki travmalarla boğuşan, güçlü olsa da hata yapabilen, zaaflarına yenik düşebilen, iyi ve kötünün arasındaki gri bölgede dolaşan, "saflık" derecesi düşürülmüş kahramanlar vardı. Ve bu değişim, sonrasındaki süper kahraman filmleri için hep referans oldu.
“The Batman”de Robert Pattinson’ın Yarasa Adam kostümünü giyecek yeni aktör olmasının heyecanı olsa da asıl merakımız, bu kahramanın o kostüm altındaki yeni yolculuğuydu. Hem yönetmen koltuğuna oturan hem de senaryoda imzası bulunan Matt Reeves’in bu yolculukta Batman’in ayağına dolayacağı engeller ne kadar büyük, süper kahramana yaşatacağı travmalar ne kadar derin olacaktı? “Let Me In/Gir Kanıma”nın yeniden çevriminde ve “Planet of the Apes/Maymunlar Cehennemi” efsanesinin öncesini anlatmakta başarılı olan Reeves, “The Batman”in dert seviyesine neler katacaktı?
Az Nolan çok Fincher
Matt Reeves “The Batman”i, Christopher Nolan ve David Fincher karması bir kara film olarak tasarlamış. Kendine referans aldığı filmlere o kadar sadık ki yorum katmaktan ziyade o referanslara benzeme çabası görünür oluyor. Nolan’ın kendi elleriyle “kararttığı” Batman’i, Fincher’ın “Se7en” (Andrew Kevin Walker’in senaryosundaki) ve “Zodiac”ın (James Vanderbilt’in senaryosundaki) dedektiflerinden biri hâline getirmiş. Batman bir yandan Nolan’ın çocukluk travmasıyla boğuşurken bir yandan da Fincher’ın dedektifleri gibi seri katilin peşine düşüyor. Bu katilin bıraktığı ipuçlarını “Se7en”daki gibi deneyimli ve siyah polis ile birlikte takip ederken “Zodiac”taki gibi o ipuçlarının kişisel ve büyük bir bulmacaya dönüşmesine de engel olamıyor. Fiziksel ve mekanik gücünden ziyade zihniyle, ipuçlarını bulma yeteneğiyle dünyevi bir dedektif hâlinde izliyoruz Batman’i. Yarasa kostümü üzerinde fazlalıkmış gibi duruyor neredeyse. Toplumsal çürümüşlük ve ezilenlerin patlamasının “Joker” kadar ihtişamlı olmasa da sosyal dışavurumunu yine ona benzeme mantığıyla perdeye getiriyor. Filmin yağmurlu, sarı-siyahlı atmosferi “Se7en”ın neredeyse aynısı.
“Gibi olma” stratejisi Robert Pattinson’da da kendini gösteriyor. "Twilight/Alacakaranlık"taki bembeyaz yüzlü vampiri izler gibi oluyoruz, Batman maskesi takmadığı sahnelerde. Karakteristik simasının avantajını taşısa da Pattinson’ın Batman tarihinde iz bırakacak kadar etkili performansından söz etmek biraz zor. Çoğu sahnede durağan, pasif kalışı, Edward Cullen’in Batman’e baskın çıktığı izlenimini veriyor. Açıkçası filmin yardımcı kadrosu çok daha etkili. Penguen’deki makyajıyla tanınmayacak hâldeki Colin Farrell, sadık hizmetkâr Alfred rolündeki Andy Serkis ve mafya babası Carmine Falcone’u canlandıran John Turturro kısacık rollerinde bile hatırda kalıyorlar. Kedi Kadın Selina’yı canlandıran Zoë Kravitz de hikâyenin duygusal güç kaynağını kuvvetlendiriyor.
Referanslarına benzemek için kendi özgünlük alanını genişletemeyen ama kara film formunun gereklerini de yerine getiren “The Batman”de, bunca benzerliğin arasında farklı dokunuşlar da yok değil. Batman sadece ebeveyn kaybıyla değil, babasının etik davranıp davranmadığı sorunuyla da boğuşuyor. Riddler’ın zengin yetim olarak büyümek ile fakir yetim olarak hayatta kalmak arasındaki farkı vurgulaması dikkate değer. Ancak bu önemli vurgular, derinleştirmek yerine çabucak geçiştiriliyor. Film birkaç kez final yapma noktasına gelip de süresini uzatma derdine düşmese ve bu mevzuların üzerine gidebilseymiş, bambaşka bir manifestoya dönüşebilirmiş. Gotham’ın siyah kadın belediye başkanının varlığı da gündemi yakalayan bir adım olmuş.
Vizyonda öne çıkanlar
Mehmet Binay ve M. Caner Alper imzalı “Bergen”, “Acıların Kadını”nın erkek şiddetiyle mahvolan hayatını anlatıyor. Filmde, ünlü şarkıcıya Farah Zeynep Abdullah hayat veriyor ve şarkıları da kendisi seslendiriyor. Filmle ilgili geniş yazımızı Pazar Eki’nde bulabilirsiniz.
Danimarka’yı Oscar yarışında temsil eden, En İyi Animasyon ve Belgesel dallarında da aday olan “Flee/Kaçış”, 1980’lerde Afganistan’daki savaştan kaçarak Danimarka’da yeni ve eşit bir hayat kurmak isteyen Amin’in travmalarıyla yüzleşmesini anlatıyor.
Ahmet Necdet Çupur’un kendi ailesini merkeze alarak çektiği “Yaramaz Çocuklar”, geçen sene Adana Film Festivali’nde En İyi Film seçilmişti. Belgeselde, ebeveynlerinin otoriterliğine karşı kendi yollarını çizmek isteyen iki kardeşin özgürlük mücadelesini izliyoruz.