13.10.2017 - 12:27 | Son Güncellenme:
Efsanevi aktrist Julia Roberts'in Pretty Woman (Özel Bir Kadın)sonrası romantik komedi zincirlerine eklenen bir yapım ile karşı karşıyayız. Elizabeth Gilbert’in filmle aynı ismi taşıyan ve kendi hayat deneyiminden yola çıkarak yazdığı ses getirici kitaptan beyazperdeye uyarlanan filmde, acılı bir boşanmanın ardından kendini bulma ümidiyle İtalya, Hindistan ve Bali’yi kapsayan uzun bir gezi turuna çıkan Elizabeth’in hikayesini anlatılıyor. Tabi ki bu geziyi genç kadın için unutulmaz kılacak olan şey, yakışıklı Latin erkeği Javier Bardem'in canlandırdığı Felipe'nin Elizabeth'in kalbini çalması ol
Gerçekte yolculuğunun amacı, ölmeden önce vicdanını huzura kavuşturmaktır. Arabasıyla şehirden şehire dolaşan seyyar satıcı Roberto, dul bir müşterisinin çocuğu için bir doğumgünü pastası siparişi vererek kadını etkilemek istemektedir. Niyeti, ona evlenme teklif etmektir. Ama çocuğun kız mı erkek mi olduğunu bilmeyince, başına çeşit çeşit sürprizler açılır. Aynı gün, aynı yöne doğru bebeğiyle yolculuk etmekte olan Maria Florez, karnını doyuracak yemek bulmakta zorlanırken, bir televizyon kanalının yarışma programından bir mikser kazanır. Aynı yarışmada ikincilik ödülünü kazanan kadın, ona reddedemeyeceği bir teklifte bulunacaktırReklam filmleriyle adını duyuran Carlos Sorin'in yönettiği Arjantin-İspanya ortak yapımı 'Arjantin Hikayeleri' sadeliğiyle dikkat çeken etkileyici bir yapım. Filmin başrollerinde Javier Lombardo (Roberto), Antonio Benedictis (Don Justo) ve Javiera Bravo (Maria Florez) yer alıyor. Senaryosu Pablo Solarz imzası taşıyan filmde Sorin, adı fazla duyulmamış oyuncularla çalışmayı tercih etmiş. 'Arjantin Hikayeleri', 2003 yılında ulusal ve uluslararası pek çok festivalde gösterildi ve çeşitli ödüllere layık görüldü
Bir insanın hem evliliğinde hem de üzerine hayaller kurduğu ideallerinde başarısız olması yeterince mutsuz olma sebebidir. Filmin kahramanı Miles Raymond da böyle bir kurban rolünü sürdürmektedir. O bir İngilizce öğretmenidir ve en büyük hayali bir yazar olmaktır. Bu sırada yakın dostu Jack de pek kimsenin bilmediği bir televizyon oyuncusu olup evlilik aşamasındadır. Miles, onu evlilik öncesinde birlikte vakit geçirebilecekleri bir yolculuğa çağırır. Bu yolculuk bir hafta sürecektir ve iki arkadaşın hayatlarında bambaşka bir anlam oluşturacaktır. Beş dalda Oscar adayı olan film, En İyi Film (Müzikal-Komedi) dalında Altın Küre kazanmıştır.
Filmde, uyuşturucu satışından kazandıkları parayı harcamak amacıyla motosikletleri ile Amerika'da gezinen iki hippinin, Wyatt (Peter Fonda) ve Billy'nin (Dennis Hopper), öyküsü anlatılmaktadır. Los Angeles’tan doğuya doğru yaptıkları bu özgürlük arayışı, alternatif bir yol filmi olmakla birlikte iki kahramanların Amerikan rüyasına ulaşma yolunda bilinmezlerle dolu destansı yolculuklarını anlatıyor. Film, paranoyanın, bağnazlığın ve şiddetin hüküm sürdüğü konformist Amerika’da idealist 60’ların çöküşüne tanıklık ediyor.Filmde özgürlükler ülkesi olarak sunulan Amerika'nın aslında kendi içerisinde farklılıklara ve bireysel özgürlüğe karşı ne kadar hoşgörüsüz bir tutum takındığından bahsedilmektedir. Zamane kuşağın bu mantaliteyi değiştirmeye çalışması ve kendi bakış açısını ortaya çıkarma çabası filmin ana temasını oluşturur. Film dönemin en eleştirel yapımlarından biridir.
Milyoner şirket sahibi Edward Cole (JACK NICHOLSON) ile işçi sınıfına mensup araba tamircisi Carter Chambers’ın (MORGAN FREEMAN) dünyaları apayrıdır. Yolları, bir hastane odasını paylaşmalarıyla kesişir ve iki ortak noktaları olduğunu keşfederler: “Tahtalı köyü boylamadan önce” hayatlarının kalan kısmını hep yapmak istedikleri her şeyi yaparak geçirme arzusu ve kendileriyle farkında olmadıkları bir barışma ihtiyacı. Birlikte, hayatlarının araba seyahatine çıkarlar; ve bu süreçte dost olur, hayatı dolu dolu, içgörü ve mizahla yaşamayı öğrenirler. Her macera, listelerine yeni bir madde ekler.
Daniel, öğrencileriyle yakın ilişki kurma konusunda isteksiz davranan, kendi dünyasına gömülü genç bir öğretmendir. Juli ile tanıştıktan sonra yaşamının yeni bir yön alabileceğine inanmaya başlar. Çünkü kadın, Daniel'in falına bakmış ve hayatının aşkını pek yakında bulacağı konusunda onu ikna etmiştir. Bir süre sonra adam, bir Türk kızı olan Melek'e tutulur ve peşinden Türkiye'ye gitmeye karar verir. Juli ise Daniel'in peşindedir ve birlikte bir dolu süpriz ve tesadüflerle dolu keyifli bir yolculuğa başlarlar.
1950'li yılların başlarında Ernesto ve Alberto adlı iki genç, Arjantin'in başkenti olan Buenos Aires'ten bir motosikletin tepesinde yola çıkarlar. Bir süre sonra araçları arızalanır ve gençlerin otostop çekmesi gerekmektedir. Artık yeniden halka iç içedirler. Bu durum, Latin Amerika'nın düşündüklerinden çok daha farklı bir yer olduğunu onlara fark ettirecektir. Kıtanın yaşadığı acılar, çarpık kentleşme, adaletsizlikler, yolsuzluklar, bu iki genci değiştirecektir. Bu sürprizlerle dolu yolculuk, sadece bu iki genç adamın değil, bir sürü ulusun kaderini değiştirecektir.
Filmde hangi ülkeden olduğu açıkça belirtilmemiş bir kraliyet ailesine mensup Prenses Ann (Audrey Hepburn) birkaç Avrupa başkentine yaptığı ziyaretlerden sonra maiyeti ile birlikte Roma'ya gelir. O da kaçınılmaz olarak resmi protokole tabidir ve tek bir dakikası bile boş geçmez. Yaşı oldukça genç olan prenses görevi icabı katlanmak zorunda kaldığı bu ağır ve yorucu rutinden sıkılmaktadır. Bir gece doktorunun kendisine uyguladığı sakinleştirici enjeksiyondan sonra yatıp uyuyacağı yerde, Roma'yı özlemini duyduğu bir şekilde, yalnız başına gezmek üzere kaldıkları elçilik sarayından gizlice kaçar. Ancak bir süre sonra ilaç etkisini gösterdiğinde tarihi bir çeşmenin yanındaki bankta sızar kalır. Roma'da görevli Amerika'lı bir gazeteci olan Joe Bradley (Gregory Peck) onu bu şekilde görür ama tanımaz, sarhoş olduğunu sanarak başından atmaya çalışır, başaramayınca istemeye istemeye kaldığı pansiyona götürmek zorunda kalır. Bradley aslında çok başarılı bir gazeteci değildir, az kazanmaktadır hatta Amerika'ya dönecek parayı bile bir araya getirememiştir. Üstelik patronunun verdiği son görev olan "prensesle röportaj yapma" işini bile başaramamıştır, ancak ertesi sabah işe gittiğinde kendinden emin bir şekilde patronu ile bu röportajı yapacağına dair büyük bir iddiaya girer, çünkü son anda büroda prensesin resmini gazetede görmüş ve pansiyonda uyurken bıraktığı kızın prenses olduğunu anlamıştır.
Sıradan bir Avrupa yolculuğu sırasında trende karşılaşıp tanışan iki farklı insan, Jesse ve Celine bu yolculuğa sıradışı bir şekilde sürdürürler. Viyana şehrindeyken trenden inmeye ve birlikte bir günlüğüne bu şehirde kalmaya karar veren ikili, Viyana sokaklarının sonsuzluğunda ilginç bir gün yaratma fırsatını yakalarlar. Bu süreçte birbirlerine karşı bir şeyler hissetseler de asla sözlere dökemezler. Çok emin oldukları tek şey ise bu gecenin birlikte geçirecekleri ilk ve son gece olacağıdır. Richard Linklater'ın düşük bütçeli ve mütevazi bir hamleyle peliküle yansıttığı film, ilk gösteriminin ardından büyük beğeniyle karşılanmış; zamanla kendine has bir hayran kitlesi yaratmıştır. Neticede dokuz yıllık bir aranın ardından Before Sunset adlı devam filmiyle hikayeyi kaldığı yerden devam ettirmiştir.
9 sene önce Jesse ile Fransız Celine, Budapeşte'den Viyana'ya giden bir trende tanışan iki gençti. Beraber Viyana sokaklarında geçirdikleri saatler, belki de hayatlarının en güzel saatleriydi. Birbirlerine aşık olmuşlar ancak bir daha görüşememişlerdi. Dokuz yıl sonra yeni kitabının tanıtımı için Fransa'ya gelen Jesse, burada Celine ile karşılaşır. Jesse'nin uçağı kalkacağından yine az vakti vardır. Jesse ve Celine bu sefer birkaç saati Paris manzarası içinde dolaşarak ve hiç fırsatını bulamadıkları şeylerden konuşarak ve yakınlaşarak geçireceklerdir. Hala birbirlerine aşık olsalar da Jesse artık evlidir ve bir oğlu vardır.Richard Linklater'in uluslararası festivallerde epey ilgi gören filmi, her zaman olduğu gibi yazar/yönetmenin insan ilişkilerinin doğasına yapmayı sevdiği yolculuklardan biri. Zeka dolu diyaloglarıyla izleyeni hipnotize ediyor.
Paris'teki ikinci buluşmanın ardından Jesse ve Celine bir kez daha vedalaşıp kendi yollarına devam eder. İlk buluşmanın ardından geçen uzun yılların ardından tekrar, bu kez Yunanistan'da karşılaştığımız ikili, bu süreçte bir yığın değişim yaşamış, çeşitli sürprizlerin yaşanacağı bir hayata doğru yelken açmıştır. Tüm sorunlara ve değişikliklere rağmen, değişmeyen tek şey ise birbirlerine duydukları naif aşktır. Yunanistan'da geçirdikleri bir tatil günü, geçmişlerini muhakeme edip ilişkilerini masaya yatırdıkları içten bir sohbete tanık olacaktır. Before Sunrise ve Before Sunset filmlerinin ardından yönetmen Richard Linklater ile oyuncular Ethan Hawke ve Julie Delpy'i tekrar bir araya geliyor ve Before Midnight ile birlikte seriye son nokta koyuluyor. Filmin senaryosu önceki filmde olduğu gibi Linklater, Hawke ve Delpy ortaklığının ürünü.
Into the Wild, bir metropolden vahşi hayata, kirlilikten saflığa ve temizliğe dönüş hikayesidir. Önemli bir üniversiteden dereceyle mezun olan Christopher aynı zaman başarılı bir atlettir de. Mezuniyet sonrası verilen bir davette ailesine istediği hayatın bu olmadığını, bir şeylerin eksik ve yanlış olduğunu söyler. Genç adam tüm mal varlığını hayır kurumuna bağışlayıp sahip olduğu her şeyi evinde bırakarak bambaşka bir hayata doğru uzun bir yolculuğa çıkar. Alaska’nın ıssız ormanlarında sona eren bu yolculuk esnasında ve sonrasında Christopher, hayatını kökünden değiştirecek bazı kişilerle tanışarak, hayatın anlamını ve ölümün kaçınılmazlığını en sert haliyle deneyimleyecektir. Ünlü oyuncu Sean Penn'in yönetmenliğini üstlendiği, iki dalda OScar'a aday gösterilen filmin başrollerinde Emile Hirsch ve Vince Vaughn bulunuyor.
Los Angeles'da yaşayan ve bir ithal araba satıcısı olan Charlie (Tom Cruise), başkalarının düşüncelerine saygı duymayan bencil, üçkağıtçı ve fırlama bir şehir çocuğudur. Senelerdir görmediği ve uzak kaldığı babasının öldüğünü ve 3 milyon dolar miras bıraktığı haberini alır. Babasının cenazesine gittiğinde, kendisine sadece 1949 model bir Buick Roadmaster marka araba bıraktığını ve tüm mirasını daha önce varlığından bile haberdar olmadığı ağabeyi Raymond'a (Dustin Hoffmann) bıraktığını öğrenir. Raymond özürlülerle ilgilenilen bir klinikte bakıma muhtaç, Otistik bir dahidir. Charlie mirasın en azından bir kısmından vazgeçmek niyetinde değildir. Bunun için Raymond'u kaldığı klinikten kaçırıp ülke çapında bir seyahate çıkarır. Yol boyunca abisinin yaşamı zorlaştıran alışkanlıklarıyla, takıntılarıyla çileden çıksa da otistik abisinin matematik ve hafızalama konusundaki insanüstü yeteneği karşısında hayretler içerisine düşer. En sonunda Las Vegas'taki kumarhanelerde abisinin bu az bulunan kabiliyetinden yararlanarak hile yapmaya ve büyük paralar kazanmaya çalışır. Yol boyunca Charlie, sadece Raymond'u değil, geçmişinin bir parçasını ve belki de kendini keşfetme fırsatı da bulacaktır.
Alejandro González Inarritu'nun Babel'inde, Fas'ta turistik geziye çıkan Amerikalı evli çiftin başına gelen trajik bir olay, dünyanın farklı ülkelerindeki dört ailenin yaşamında olaylar zincirini harekete geçirir. Koşullar açısından birbirine bağlı olan ama kıtalar, kültür ve dil açısından birbirinden ayrışan karakterlerin her biri, gerçek huzur ve teselliyi sadece aile kavramının sağlayabileceğini keşfeder.
Sufilerin, keşişlerin peşinde kıtalar aşmış, bilgeliği bulmak adına türlü badireler atlatmış çocukluğu Anadolu'da geçmiş yarı Rum yarı Ermeni olan George Gürciyev'in ''Meetings With Remarkeble Men'' kitabının 1979 yılında Peter Brooks tarafından beyaz perdeye aktarılmış hali.
Yaşı ilerlemiş ve kör bir derviş olan Baba Aziz, çölde sufilerin her otuz yılda bir gerçekleştirdikleri toplantının bilinmeyen yerini aramaktadır. Küçük torunu Isthar da, ona yardım ve eşlik etmektedir. Hayat dolu olan ve dedesini çok seven Isthar, dervişlerin toplantı yerini asla bulamayacaklarından korkmaktadır. Çıktıkları uzun çöl yolculuğunda ilginç insanlarla karşılaşırlar ve Baba Aziz torununa hikâyeler anlatır. Derviş olmak için tahtından feragat eden prensin hikâyesi Aziz Baba’nın yol boyunca anlattığı hikâyeler arasındadır. Dervişlerin toplantı yerini bulduklarında ise, bu uzun yolculuk Baba Aziz için son bulmuştur.
Film 1960'lı yıllarda Paris'in, çeşitli etnik ve dini gruplara mensup alt sınıftan çalışan insanların yaşadıkları karışık bir mahalesinde geçer. "Mösyö İbrahim ve Kuran'ın Çiçekleri" romanı, İçinde genelevlerin bile bulunduğu bu kozmopolit semtte yaşayan iki insan üzerine odaklanmıştır. Bunlardan ilki 12 yaşlarında yoksul, Yahudi bir yeniyetme olan Musa'dır (Herkes ona Momo der). Annesi ve erkek kardeşi evi terkettiği için babası ile yaşamaktadır. Ancak babasının da psikolojik sorunları vardır ve onunla pek ilgilenmemektedir. Hayatı yeni yeni tanımaya başlayan ve yaşıtlarından da pek fazla arkadaşı olmayan bu çocuk ihtiyacı olan ilgiyi ve sevgiyi çevresindeki fahişelerde arar.Filmin diğer kahramanı ise mahallenin yaşlı Müslüman bakkalı Mösyö İbrahim'dir. O da en az Momo kadar yalnız bir insandır, kimi kimsesi yoktur ve dükkânını gecenin geç saatlerine kadar açık tutar. Fransa'da Müslüman ve Arap kelimeleri aynı anlamda kullanıldığı için herkes tarafından Arap zannedilen ve 'Arap bakkal' olarak çağrılan İbrahim bey aslında Türk'tür. İbrahim Bey Kuran'a gönülden bağlı, inançlı bir insandır ve sufi'dir. İlginç bir adam olan İbrahim Bey'in sakin ve sade görünümünün altında derin bir felsefi birikim yatar, sabırlıdır, kanaatkârdır, paylaşımcıdır, hoşgörülüdür ve bilgedir.Momo sık sık alışveriş için gittiği bu bakkal dükkânında Mösyö İbrahim’le tanışır ve zamanla bu iki yalnız insan arasında sıcak bir dostluk gelişir. Hattâ tanışmalarının öyküsü de biraz tuhaftır: Momo her seferinde bu dükkândan ufak tefek şeyler aşırır. Ancak olgun bir insan olan İbrahim bey bu küçük hırsızlıkların farkında olduğu halde ses çıkarmaz. İbrahim bey Momo'ya Müslüman ve Arap olmanın farklarını anlatır, ona Kuran'dan pasajlar okur, bu kitaptan hayatın sırları ile ilgili ipuçlarını aktarır. Aşk, mutluluk ve yaşama dair öğütler verir:« Verdiğin sende kalır, esirgediğin ise sonsuza dek kaybolur.. »Bir süre sonra Momo'nun aklî dengesi pek yerinde olmayan babası intihar edip ölünce, Mösyö İbrahim onu evlat edinir. Sonunda kırmızı renkli bir spor araba satın alan Mösyö İbrahim, bakkal dükkânını kapatır ve Momo'yla birlikte doğduğu topraklara, yani Anadolu'ya doğru uzun ve şiirsel bir yolculuğa çıkarlar.Önce uğradıkları İstanbul'da hem camileri hem kiliseleri gezerler, semazenleri izlerler. Bu kozmopolit şehirde farklı dinlerin ve inançların bir arada uyum içinde bu kadar uzun süre yaşayabilmiş olmasını gözleriyle görmesi, Momo'nun ruhunun terbiye olması ve olgunlaşmaya başlamasının ilk aşamasını oluşturur. Orta Anadolu'da Mösyö İbrahim'in doğduğu köye doğru giderlerken yolda uğradıkları her yerleşim yerinde bu hümanizm derslerine yenileri eklenir ve olgunlaşıp arınan Momo basit güzelliklere değer verebilmeyi öğrenir.Mösyö İbrahim, doğduğu köyün çok yakınında geçirdiği bir trafik kazasında ölünce, Momo'ya iki şey bırakır: içinde mavi kır çiçeklerinin kurutulmuş olduğu bir Kur'an ve Paris'teki bakkal dükkânı. Momo Paris'e döner ve bakkal dükkânının başına geçer.
Yıllardır Amerika'da yaşayan Yunanlı bir yönetmen, son filminin prömiyeri için anavatanına döner. Bir yandan da Balkanlarda çekilen ilk görüntüler olarak kabul edilen Makedonyalı Manaki kardeşlerin filmlerini bulmak niyetindedir. Filmi, içerdiği dini temalar yüzünden protestolara neden olur. Yönetmen bundan sonra uzun bir yolculuğa koyularak Manaki filmlerinin izini sürmeye başlar. Angelopoulos, yüzyıllardır süren bir etnik kargaşayı ve varılan son noktayı, Bosna savaşını durgun, etkileyici bir dille anlatmayı başarmaktadır.
Erkek arkadaşından bıkan Arkansaslı garson kız Louise (Susan Sarandon), ihmalkar ve cinsiyet ayrımcısı kocasıyla birlikte sıkıcı bir hayatı olan arkadaşı Thelma’yı (Geena Davis) ayartır. Birlikte özgürlükle dolu bir haftasonu araba seyahatine çıkarlar.İlk uğrak yerleri olan barda gevşeyip dansederler ve yöre erkekleriyle eğlenip hoş bir akşam geçirirler. Ancak bir adam Thelma’yı park yerine kadar izleyip tecavüze yeltenince Louise yetişip onu öldürmek zorunda kalır. Polisin kendilerine hiç bir zaman inanmayacağı paranoyasına kapılan kadınlar kaçmaya karar verirler ve bir anda kanun kaçağı durumuna düşerler. Son olaylardan kötü etkilenen Thelma kafayı toparlamak için genç bir kovboy olan J.D (Brad Pitt) ile bir gecelik ilişki yaşar ve işler daha da sarpa sarar.Yönetmen Ridley Scott’ın bu çok meşhur feminist yol filmi 1990’ların en iyi filmleri arasında çoktan yerini aldı. Bıçak Sırtı ve Alien’le birlikte yönetmenin en iyi işlerinden biri sayılan Thelma ve Louise, eşsiz bir senaryo ve kusursuz bir görüntü yönetimi ile gözalıcı bir yapım.Film 6 dalda Oscar’a aday gösterilmiş ve sonunda En İyi Özgün Senaryo ödülünü senaristi Callie Khouri’ye kazandırmıştı.
Hoover ailesinin her bireyi denemekten yılmayan sıcak insanlardır. Bir Volswagen minübüse doluşup ailelerinin en küçük bireyinin hayalini gerçekleştirmek için California’ya doğru yola çıkarlar. Bu üç günlük traji komik yolculuk sürprizlerle ve aile fertlerin hayal bile edemeyeceği bir sonla tamamlanacaktır. Küçük Gün Işığım bilinen kalıpları kıran bir Amerikan yol komedisi.
Filmin başrol oyuncusu ve aynı zamanda trajikomik hadiselerin başına üşüştüğü Altan (Cem Yılmaz) bir kavga sırasında yıllardır görmediği ağabeyi Nuri (Mazhar Alanson)'nin ecza deposunu , yıllardır açmaya planladığı barı için kaynak olarak görmektedir. Altan sinsi hesaplarıyla Nuri'ye yaklaşır . Fakat kader Altan ve Nuri'nin başını hep tehlikeli maceralara sürer. Herşeyin çok güzel olacağını zanneden ikilimiz beraber ağlar , beraber güler.
Cezaevinden bayram iznine çıkan beş mahkumun öyküsü içiçe gelişir. Seyit Ali, şeytana uyup kendisini aldatarak namusuna leke düşüren karısı Zine cezasını vermek için köyüne gider. Filmin en ilginç ve sarsıcı bölümünü oluşturan öykü. Özellikle de kar sahneleri, Seyit'in karısını sırtında taşıması ve tövbekar Zine'nin donmaması için kamçıyla dövülmesi ama sonuçta ölmesi, Batının da ilgisini çektiği insan dramlarından biridir. Zine'nin törelere göre öldürülme görevi öncelikle ihanete uğrayan kocaya düşmektedir. Karısını, ailenin ceza olarak zincire vurduğu ahırda bulan Seyit Ali, bir ölüm yürüyüşüne çıkar. Dondurucu soğuğa dayanamayan Zine, kendisini kurtarması için yalvarır. Gerçekte Seyit, baştan beri karısını öldürmeye karşıdır. Onu kurtarmak için çırpınır durur. Ama vahşi doğanın ölümcül soğuğuna karşı gücü yetmeyecektir. Diğer dört mahkümun öyküsü çeşitli olaylar içinde sürüp gider. Sorunları ve özlemleri törelerin mahkum ettiği kadınlardır.