22.08.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Haldun Taner - DEVEKUŞU’na mektuplar
YAMAN BİR KADINIMIZ
Geçtiğimiz hafta Halide Edib Adıvar’ın ölümünün on beşinci yılı anıldı. Halide Edib Adıvar toplum hayatımızda gerçekten (adı olan) bir kadındır. Onun pek çok cepheleri vardır ya, bunlardan özellikle ikisi ister istemez öne çıkmıştır: Siyasi kişiliği, edebi kişiliği.
1884’de İstanbul’da doğan. 1901’de Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nden mezun olan, Rıza Tevfik’ten felsefe, Salih Zeki’den matematik dersi alan, kız liselerinde öğretmenlik eden, 1917’de o zamanki Darülfünun’da Batı Edebiyatı dersi okutan bu cerbezeli hanım arada Salih Zeki ile evlenmiş, ondan sonra da yine ilk kocası kadar ünlü başka bir aydınla Dr. Adnan’la yaşamını birleştirmiştir.
Tarihi gaf
Çevresi, yetişme koşulları, dilbilgisi, zekâsı, güçlü potansı, yüksek voltajı ile o zaman zaten esamisi okunmayan hemcinslerinden değil, adam kıtlığı içindeki erkekler arasında bile her alanda öne çıkışı yadırganmamalı.
Sultanahmet Mitingi’nde ayaklarının ucuna basa basa kısa boyunu yükseltmeye çalışarak ve tiz kadın sesi ile ayaz ayaz bağırarak verdiği nutku hiç değilse televizyondan ya da fotoğraflardan izlemişsinizdir. Türk milletinin uğradığı uğursuz hezimetin yankısının bir kadın ağzından işitilmesi muhakkak ki erkeklerin konuşmasından daha etkili olmuştur. Halide Hanımın siyasal hayatı iyi başlamış, ama bir süre sonra yeteri derecede gerçekçi olamayışı yüzünden bugün bize tarihi gaf olarak görülen atılımlarla bu çizgi hayli gölgelenmiştir. Örneğin Amerikan mandasından yana oluşu, buna içten inanarak Sivas Kongresi’ni ve Atatürk’ü de aynı yolda etkilemek için oraya Amerikan gazetecisi kisvesi altında Mr Browne diye birini gönderişi... Ama yine de ona fazla yüklenmemek gerekir. O dönemde “Ya kurtuluş ya ölüm” diyebilenlerin sayısı ya iki ya üçten fazla değildir. Saffet Arıkan’a, İsmet İnönü’ye, Ahmed İzzet Paşa’ya bile Amerikan mandasının 1919 ağustosunda munis geldiği hatırlanmalıdır. Manda için Wilson’a 5 Aralık 1918’de başvuran dilekçenin altında Halide Edib Adıvar’dan başka sade mandacı olarak yaftalanan Ahmed Emin Yalman ve Ali Kemal değil, cumhuriyet döneminde büyük nimetlere konacak, mebus, meclis komisyonu başkanı, bakan, sefir olacak o zamanın dört üçlü başyazarı daha vardır. Demek ki Amerikan mandasını yurdun büsbütün parçalanması olasılığına karşı en ehven-i şer seçenek saymak, kayıtsız şartsız özgürlükçü bir Ahmed Selahattin hariç, tüm İstanbul aydınlarının genel eğilimi gibidir.
“Ya kurtuluş ya ölüm”
Halide Edib bu yüzden fazla eleştirmek doğru olmaz. Tarihin akışı (Ya kurtuluş ya ölüm) diyen o birkaç kişiye hak verdirmişse daha karamsar çözümler içinden birini kurtuluş simidi sananları ve buna sarılanları da kötü niyete yormamalı, bu hareketi o günün büyük şaşkınlığına vermelidir. Ama ne hikmetse öbür imzacılar, öbür manda yanlıları bu zuhullerini unutturmayı becermişler, kabak dönüp dolaşıp Ahmed Eminle Halide Edib’in başında patlamıştır. O çabaları hiç unutulmamış, unutturulmamış, sık sık kafalarına kakılmıştır. Elbette bunda daha sonraki gelişmelerin ve Atatürk’e ters düşmelerin payı büyük olmuştur. Çünkü Halide Edib, Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra silaha sarılan milleti ile bir olmak İçin önce Ankara’ya sonra onbaşı, çavuş gibi simgesel rütbelerle cepheye koşmuştur. Atatürk’ün yanı başında elinden gelen yardımı yapmaktan geri kalmamıştır. Kurtuluştan ve Cumhuriyetin ilanından sonra Halide Edib’e de Dr. Adnan Adıvar’a da yeni kurulacak Türkiye’de çok ihtiyaç varken Atatürk’le darılıp yurt dışına gitmeleri ve o coşkulu yeni kurtuluş yıllarını dışardan tenkitçi gözlerle bir yabancı gibi izlemeleri de kamuoyunda onlara puan kazandırmamıştır.
Genç ve diri gözler
Halide Hanım, Atatürk ölüp de İsmet Paşa cumhurbaşkanı olduğu zaman, eşi ile birlikte yurda döndü. Zeynep Hanım Konağı’nda bıraktığı hocalık görevine artık Fındıklı’ya taşınmış olan Edebiyat Fakültesi’nde yeniden başladı. Ben kendisini ilk defa o zaman gördüm ve tanıdım. Dik bakan gözler, görünüşün düzeydeki tabakasını delip arkasına varmak ister gibi bakan genç ve diri gözler. İlk karşılaşmadaki izlenimim bu olmuştu. Otoriter bir kişiliği vardı. Dediğim dedikçi idi. Başında başörtüsü vardı. Bu da herhalde onun bir snobizmi olmalı idi. Kaç-göç devrinde omuzlarına düşen gür ve dişi saçları ile gezen, ressamlara poz veren bu ilk emansipe kadınımıza Cumhuriyet devrinde başörtüsü, ancak bir süs olarak, bir kapris olarak kullanınca uyardı. Onu başında başörtüsü, gözünde bakışlarının yoğunluğunu hiç azaltamayan gözlükleri ve yanında incecik yeğeni ile Fakülte’nin ahşap merdivenlerinden inerken görür gibi oluyorum. O yürürken öbür hocalar yol açarlardı. Bir ara İzmir Mebusu seçilip Meclis’e girdi. Sonra yine Fakülte’ye döndü.
Arı gibi çalışıyordu
Yunus Nadi Roman Armağanı’nın bir jüri toplantısını hatırlıyorum. Yakup Kadri, Vâlâ Nurettin, Yaşar Nabi, Sabahattin Eyüboğlu, Orhan Kemal, Behçet Necatigil, Azra Erhat’la birlikte gelen romanlar hakkındaki değerlendirmelere geçmiştik ki, jüri başkanı olan Halide Edib söz aldı. “Vaktim yok, yirmi dakika sonra gideceğim” dedi. “Birinciliği falan esere verin.” Haddim olmayacak müdahale ettim. “Ya filan eser hakkındaki fikriniz nedir?” diye sordum, “Onların hiçbirini okuyamadım.” dedi. “Ama birinci falan eserdir, siz artık aranızda ikinci seçersiniz.” Jüri başkanının birinci jüri heyetinin de ikinciyi seçtiği bir toplantıda hiç bulunmamıştım, Yunus Nadi Armağan Tüzüğü’nde de böyle bir şey yoktu. Ama madem ki bir jüride Halide Edib Adıvar vardı, orada artık usul, tüzük söz konusu olamazdı.
Halide Edip, Fakülte’yi bıraktıktan sonra gününün çoğunu yatakta geçirmeye başladı. Laleli’de dar bir sokakta bir evi vardı. Üst kattaki odasında çoğu zaman yatıyor arada dört-beş ayrı masada dört-beş ayrı esere üçer dörder sayfa ekleyip yine arı gibi çalışıyordu. Yatakta konuşurken bile halinde bir Kraliçe Victoria edası vardı. Edebiyat alanındaki yeni hareketlerden bilgi alır, uyanık bir ilginin şaşırtıcı soruları ile sizi kendiniz hakkında düşünmeyi akledemediğiniz alanlara sürükler, sonra birden başka bir konuya geçip örneğin Huxley’in son makalesi ya da en vefalı dostu Vedat Günyol’un son eleştirisi hakkında konuşurdu.
Adı yine var
Adıvar’ın romancılığına gelince, bu günlük bir fıkranın boyutları içinde ayaküstü konuşulacak bir konu değildir. (Ateşten Gömlek) Kurtuluş Savaşımızın ilk ve içten bir destanı olmak onurunu hep koruyacaktır. (Türkün Ateşle İmtihanı) da o yılların en gözlemci yazarının paha biçilmez tanıklığını gelecek kuşaklara iletecektir. Aşk ve kadın psikolojisi üzerine, yazdığı ilk romanları ve hikâyeleri şimdiden unutuldu. Ama (Sinekli Bakkal) hem teknik, hem kurgu bakımından öbür eserlerinden ayrılır. Tek tek kahramanlardan çok bir dönemi, bir kuşağı gelenekleri ve çevresel koşulları içinde yansıtmak amacıyla yazılan bu roman, roman geçmişimizin tıpkı (Mai ve Siyah) gibi. (Yaban) gibi, (Fahim Bey ve Biz) gibi, (Sürgün) gibi, (Devlet Ana) gibi unutulmaz evrelerinden biri olarak kalacaktır kanısındayım. Bu, çok yanlı, atılgan, cerbezeli yaman kadınımız her zaman değil ama, bazen geleceği iyi görmüş. Soyadı bunu belgelemiyor mu? On beşinci ölüm yılında adı yine var.