10.07.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Dr. Nihan Abir - Yazıma “Nerede o eski bayramlar?...” diye başladığımda gülümsersiniz belki. Ne kadar klişe bir başlangıç diye de düşünebilirsiniz, bunu söyleyecek kadar yaşım olmadığını da…. Oysa eski bayramları gerçekten özlüyorum. Çocukken yeni kıyafetlerin alındığı, ellerime bazen kınaların yakıldığı; sabah erkenden kalkıp büyüklerin elini öpmeye gittiğim, harçlık alıp şeker topladığım bayramlar… O dönemde çocuk olduğum için mi her şey toz pembe görünüyordu yoksa hayat gerçekten daha mı güzeldi bilmiyorum. Bildiğim, bu nostalji duygusu bana has değil; söz konusu bayramlar olduğunda edebiyatçıların kalemi geçmişi anmadan duramıyor.
Bakın ne diyor Refik Halit Karay: “Eski devrin kurban bayramı yemeklerini sayıp döksem, tarif etsem bile kaç kişinin işine yarayacak? Önce o kurban bolluğu, o mutfaklar, o aşçılar ve o ev hanımları, siyahi bacılar, hünerli dadılar, vefalı emektarlar nerede? Kadın erkek, hatta çoluk çocuk gidilen sinemalar, içkili gazinolar, plajlar ve sabahlara kadar süren portakal, kestane, fındık fıstık vesaire geceleri vaktiyle mevcut olmadığına göre hemen hemen ailece bir arada gülüp eğlenme vesilesi bayramlar değil miydi?”
Refik Halit’in belirttiği gibi bayramların en önemli özelliği aileyi bir araya getirmesi, uzun zamandır görüşmeyen eş dost akrabanın görüşmesine ve birlikte geçirecekleri zamana fırsat tanımasıdır. Bu bakımdan bayramlar, özellikle bayram sofraları kurgusal eserlerde aile içindeki ilişkilerin aktarılması için benzersiz bir ortam yaratır.
Bayram sofralarının bu özelliklerini belirgin olarak görebileceğimiz iki önemli eser Adalet Ağaoğlu’nun “Bir Düğün Gecesi” ve Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları” romanlarıdır. “Bir Düğün Gecesi”nde ağabeyi İlhan’la fikir çatışması yaşayan Aysel, annesinin evinde kurulan bayram sofrasında ağabeyinin kışkırtmalarına dayanamaz ve onunla kavga eder. Romanda yer alan bu sofra hem Aysel’in mizacını ve sabrının sınırını hem de İlhan’ın ölçüsüzlüğünü ve kardeşlerine dahi hoşgörülü davranmadığını gösterir. İlhan, kendi düşünce ve çıkarlarına ters düşen durumlarda karşısındakine anlayışlı davranmak yerine onu kışkırtmayı ve aşağılamayı tercih eder. Ayrıca annesine maddi destekte bulunuyor olması sofrayı kendisinin gibi benimsemesine ve büyüklenmesine sebep olur. Böylece çocuklarının bayramda barışmasını ve uzlaşmasını dileyen anne Fitnat Hanım’ın iyi niyetlerle kurduğu sofra, Aysel ve İlhan arasında onarılamayacak bir kopuklukla sona erer.
Menüde neler var
Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları” romanında yer alan ilk bayram sofrası 1936’nın Kurban Bayramı’ndadır. “Cevdet Bey ve Nigân Hanım’ın oğulları Osman ve Refik, gelinleri Nermin ve Perihan, kızları Ayşe, torunları Cemil ve Lale bayram yemeğine katılanlardır. Bayram menüsü olan bezelyeli pilav, kuşbaşı et, zeytinyağlı fasulye, aşçının buluşu portakallı ekmek kadayıfı her zaman aynıdır. Aile üyeleri sofrada bir süre havadan sudan, siyasetten, memleketin durumundan söz eder. Nigân Hanım ise siyaset gibi şeylerin konuşulmasını istemese de “Bayramın kendine has neşesi” dolayısıyla mutlu olduğu söylenebilir. Bu bayram yemeğinin varlıklı bir ailenin fertlerini gelenekler etrafında bir araya getiren ve aralarındaki bağın devamlılığını sağlayan törensel bir yanı olduğu görülür. Romanın ikinci bayram yemeğinde ailede bir eksik vardır. Cevdet Bey vefat etmiş, bayram sofrasının bütünlüğü bozulmuştur. Romanın ikinci sofrası menü açısından birinciyle aynıdır ancak ailede değişimin ayak sesleri duyulmaktadır.
Bayramın ve sofralarının her hâlini edebiyattan okuyabilmek mümkün. Bu farklı hâllere yazının başında da belirttiğim gibi çoğu zaman nostalji duygusu eşlik ediyor. İnsanlar neden hep eskiye özlem duyuyor? Acaba yaşadığımız zamanın değerini bilmediğimizden mi onu ancak anıya dönüşünce taçlandırıyoruz yoksa “geçmiş”in bilmediğimiz bir kerameti mi var? Birkaç bayram sonra da bu bayramı özleriz belki? Ne de olsa “Nerede o eski bayramlar?”…
Bir çocuğun gözünden
Bayramların ve sofraların görüldüğü kurgu eserler sadece romanlar değil elbette. Sermet Muhtar Alus’un şu satırlarına bakalım örneğin: “Bayrama bir hafta kala İstanbul’un, en başta Beyazıt olmak üzere Fatih, Unkapanı, Sultanahmet, Binbirdirek, Kadırga gibi büyük meydanları koyun sürüleriyle dolardı. (…) Kafile kafile ilk getirildiği ve meydanlara yeni yayıldıkları günler, besilileri daha satılmadığından, paşalar, beyefendiler hemen davranır; ağalarını, uşaklarını peşe takıp ayaklanırlardı. Valide ve peder gibi ahret-mekânlara, refika, mahdum, kerime, gelin, damat, torun gibi aile efradına ayrı ayrı birer baş seçerlerdi.” Bu satırların kurmacadaki izi ise Ziya Osman Saba’nın “Bir Kurban Bayramı Hikâyesi”nden sürülebilir. Öykü, kesilmek üzere anneannesi tarafından satın aldırılan kuzuyla dostluk kuran küçük çocuğun gözünden süreci anlatır.