16.03.2025 - 07:02 | Son Güncellenme:
Ümran Avcı - Ferdi Çetin’in yeni kitabı “Yedinci Günün Karanlığı”nda alışılagelmişin dışında bir okuma vadediyor. Kapağı açtığınızda bir şiir kitabını elinizde tuttuğunuz hissi doğuyor. Oysa içindekiler şiirsel bir dil ve biçimle yazılmış 11 öykü. Okur gerçeküstülük, gotik metinler ve betimlemeler arasında dolaşıyor. Başsız bedenler, yatağında uyurken silinip gidenler, kökleri dışarıda yürüyen ağaçlar, bir mendil içinde ya da avuçta tutulan gözler, bir duvarı kayıp odalar... Hikâyeler son öykünün başlığından ilhamla, ‘insanlığın büyük verandasından’ bakıp gördüğümüz dertlerle ilgili: Madenciler, görmezden gelinenler, düşünce suçluları, ruhları ve bedenleri sakatlanmışlar… Ferdi Çetin, az sözle çok dert anlattığı öykülerinde, ‘eskimiş ellerin çaresizliğine, ‘apartman ağızlıların’ bitmek bilmez söylevlerine, ‘paslı kulakların’ yılgınlığına, ‘buruşuk sessizliklerin’ ortasına bırakıyor okuru. Bıraktığı yerden de düşünmeye davet ediyor istemsizce…
■Kitabın biçimiyle başlayalım isterseniz. Büyük harf yok, virgülden başka noktalama işareti yok. Mümkün söylemlerin dışında kurgu ve dille yarattığınız bir öykü dünyasına davet ediyorsunuz okuru.
Gertrude Stein beni çok etkilemiştir. O noktanın dilin önüne bir sınır koyduğunu, düşünceyi kestiğini söyler ve virgülü de büyük ölçüde reddeder. Ama benim virgülle ilişkim biraz farklı; virgül benim için düşüncenin nefes aldığı bir alan. Noktanın getirdiği o katı sonlanışa karşı bir direnme noktası gibi görüyorum virgülü. Cümleyi bitirmeden, sözü kesmeden, sürekli genişleyip akan bir anlam oluşturmanın aracı virgül benim için. Kitaptaki dilin de tam olarak böyle kurulmasını istedim; sabit değil, sürekli devinen, hep bir boşluktan diğerine sıçrayarak ilerleyen bir metin olsun istedim. Bu yüzden de büyük harfi ve diğer noktalama işaretlerini devre dışı bıraktım. Böylece anlatım sürekli genişliyor, hareket ediyor, kendi sesini arayıp bulmaya çalışıyor ve tabii ritmin peşinde bir arayış bu…
■Hikâye kahramanlarının isimleri alışılagelmişin dışında. Daha çok mitolojik ya da lakap gibi. Golem Bey, Baytar Bey, Besalet Bey, Nevit Bey, Atom Bey, Hallaç Bey…
Evet, isimler önemli benim için. Öyküyü yazmaya başlamadan önce ilk işim isimleri bulmak oluyor. İsim benim için sadece bir ses değil; hikâyenin kendisini kuran bir şey. Onları bir müze gibi düşünüyorum ama öyle sessiz, hareketsiz duran değil; içlerinde hep bir devinim olan, kendi yankılarını yaratan, metnin içinde var olan ve yaşayan isimler. Bazıları çoktan unutulmuş ya da unutulmaya yüz tutmuş isimler. Bazılarıysa bir meslekten, bir lakaptan geliyor ve bu hâliyle metne hem nostaljik hem de ironik bir ton katıyorlar. Bu isimler öyküde sadece karakterleri temsil etmiyor; aynı zamanda hafızanın, tarihin, hatta unutulmuşluğun da sembolü olarak işlev görüyor.
■Karakterler yatağında kayboluyor, ufalanıyorlar. Kimisi toz olup dağılıveriyor. İnsanların doyumsuz iştahına, iflah olmaz hırsına karşı fanilik hatırlatması diye mi okumak lazım?
Kesinlikle öyle okumak da mümkün. Karakterlerin çoğu bir anda silinip gidiyor, toz olup dağılıyor, insanın faniliğini hatırlatıyor bize. Günümüz insanının doymak bilmeyen tüketme iştahı, sınırsız hırsları karşısında aslında ne kadar kırılgan, geçici olduğumuzu hatırlatan öyküler. Yatağında kaybolan, sabah bir anda yok olan, ufalanan karakterler; aslında her gün yaşadığımız unutulmuşluğu, yok oluşu simgeliyor. Faniliğimiz karşısında daha alçakgönüllü ve düşünceli bir varoluşa dikkat çekmek istiyorum diyebilirim. Bir gün bir cenazede duymuştum, “gezerken gezerken kaybolur insan” demişti biri… Mütevazı yok oluş hikâyeleri bu anlamda.
‘Bir dil yok olduğunda, aslında bir dünya da yok oluyor’
■Kahramanlar yaşı geçkin, bir uzuvları eksik ya da sakatlanmış, bedensel kusurları olanlar...
Ben eksiklik kavramını önemsiyorum; aslında tüm metinlerimde eksiklikleriyle var olmaya çalışan insanları anlatıyorum. İnsan taş gibi değil; en küçük parçasını kaybetse bile asla eski bütünlüğüne kavuşamıyor. Karakterlerin çoğu yaşlı, eksik, bir şeyini yitirmiş insanlar. Bastonlarıyla, bedensel kusurlarıyla, hayatla hep bir adım geriden ilişki kurmaya çalışıyorlar. Çünkü hayat, eksikliğiyle var olan bir şey. Hepimiz hayatımız boyunca bazı şeyleri kaybediyoruz ve o kayıplarla yaşamayı öğreniyoruz. Karakterlerimin bu eksiklikleri sadece bedensel değil; bellek kayıpları da yaşıyorlar, belki de bu kayıpların en ağırı oluyor ve bu eksikliklerle hayata tutunmaya çalışıyorlar.
■‘Unutturulmuş’ diller meselesi de öne çıkıyor.
Dil hep üzerine düşündüğüm bir mesele. Dili unutmak, kimliği unutmak demek. Bir dil yok olduğunda, aslında bir dünya da yok oluyor, bir hafıza siliniyor. Golem Bey karakteri tam da bunu anlatıyor bize; ‘unutturulmuş diller kürsüsü’ aslında dilin yok edilmesinin ne kadar kolay ve ne kadar tehlikeli olduğunu simgeliyor. Onun hikâyesi, bir dilin kaybolmasıyla birlikte, kimliklerin ve gerçekliğin nasıl sessizce yok olabileceğini gösteriyor bize.
Hadise ve İrem Derici'nin sahne performansları hep konuşuluyor. Bu kez meslektaşları iki ismi hedef aldı olay sözler söyledi.