26.04.2020 - 07:00 | Son Güncellenme:
1960’lı yılların ilk yarısı, Türkiye’nin Kıbrıs sorununda belki de yaşadığı en sıkıntılı yıllar olacaktı.
Yunanistan’ın amacı, Enosis ideali çerçevesinde Kıbrıs’ın ilhakını sağlamaktı. Yunan ordusu, adada Rum gücü oluşturarak bunu sağlamayı hedefliyordu. Bunun olması için de, Türk halkına karşı her fırsat çıktığında uygulanan katliamlara girişiliyordu. Ancak adanın uluslararası denge içindeki pozisyonu; kavgayı Türkiye ile Yunanistan dolayısıyla Kıbrıs’taki Rum ve Türk halkı çatışmasının dışına çıkarıyordu. Denklemin içinde İngiltere, ABD ve dönemin Sovyetler Birliği olmak üzere önemli güçleri de bir şekilde yer alıyordu. 1963 yılı Aralık ayında başlayan ve tarihe Kanlı Noel diye geçen Rum saldırıları 1964 yılında şiddetlenerek devam edecekti. 27 Aralık 1963’te üç garantör ülke olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin askerlerinden oluşan Barışı Koruma Kuvveti oluşturuldu.
Ordu Kıbrıs’a sloganları
İngiliz general, 30 Aralık’ta yeşil bir kalemle harita üzerinde çizgi çizerek Lefkoşa’yı ikiye ayırdı. Yeşil hat böyle oluştu. Ancak Rum güçleri, çok yönlü diplomasinin Türkiye’nin askeri yeteneğini sınırlandırdığını düşünerek saldırılarını sürdürüyordu. 26 Nisan 1964’te Girne Beşparmak Dağları’na saldırı düzenleyen Rum güçleri, 5 Türkü şehit etti. Rum güçleri, Girne Geçidi’ne 8 kilometre yaklaştı. Aynı gün, Lefkoşa’da yürüyüş yapan 5 bin Türk kadın, Birleşmiş Milletler Barış Gücü komutanını yuhalayarak taşladı ve “Türk Ordu’su Kıbrıs’a” diye slogan attı. Yok olma tehditi altındaki Kıbrıs’taki Türk halkı, Türk ordusunu adaya çağırıyordu.
Apartman dairesinde
Kıbrıs’ın efsanevi lideri, ilk KKTC Cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş, o yıllarda genç yaşında adanın önemli toplum önderlerinden biriydi. Denktaş, 26 Şubat 1964’te Londra’daki BM görüşmelerinde Kıbrıs Türk toplumu adına konuşma yapmıştı. Makarios, bu konuşması nedeniyle Denktaş’ın Kıbrıs’a dönüşünü yasakladı. Böylece 18 Mart 1964 tarihinden itibaren Denktaş’ın Ankara’daki zorunlu ikamet yılları başladı. Denktaş, gizli yollarla Kıbrıs’a gitmek isteyecek ancak Türk hükümetinin buna izin vermemesi nedeniyle zorunlu olarak 4 yıl Ankara’da kalacaktı. Denktaş, Ankara’da Birinci Basın Sitesi’nde eşi Aydın Denktaş ve çocuklarıyla küçük bir apartman dairesinde kalacaktı. Hükümet, Denktaş’a Dışişleri Bakanlığı’nın Kıbrıs Dairesi’nde bir masa verdi. Kıbrıs’tan gelen kriptoları okuyordu. Kıbrıs’taki Türk liderler ile hükümet arasında bir köprü işlevi görüyordu.
Yaşadıklarını günlüğüne yazdı
Denktaş, Ankara’da kaldığı o yıllarda yaşadıklarını ve hislerini günlüğüne yazacaktı. Denktaş, 23 Nisan 1964’te günlüğüne şu notu düşecekti:
“Bugün Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Ankara’da caddeler pırıl pırıl, Türk çocukları Ata’larının kendilerine armağan ettiği bayramlarını kutluyorlar. Lefkoşa’da, evinin önünde oynarken Rumların dum dum kurşunu ile vurularak öldürülen 12 yaşındaki Türk çocuğunun cesedi taş kaldırımda yatıyor. Oyuncakları kan içinde. Yüreğim kan ağlıyor. Bütün Türk çocuklarının bayramı kutlu olsun.”
25 Nisan 1964 tarihindeki notunda ise “St. Hilarion bölgesine çok şiddetli Rum saldırıları başlıyor. Ağır makineli tüfekler, havan toplan, bazukalar ateş kusmaktadır” ifadesi yer alacaktı.
‘İnönü’nün yanındayım’
Denktaş, 26 Nisan 1964 tarihinde dönemin Başbakanı İsmet İnönü ile yaptığı görüşme konusunda günlüğüne şunları yazacaktı:
“Sabahın erken saatinde İnönü’nün yanındayım. İnönü, benim heyecanla dramatize ettiğim vahim durumu dikkatle, tebessüm ederek dinledi. ‘Şimdi bir çay içelim’ dedi, şu dağ düşerse, şu kasaba çökerse Kıbrıs davası da bitmiş olur’ manasına gelen bir beyanatımı gördün mü?’ diye sordu. Görmediğimi söyledim. ‘O halde ne bu telaş... Dağ düşerse, kasaba çökerse, Kıbrıs Türkü teslim olursa, Kıbrıs davası bitecek mi? Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde uluslararası anlaşmalarla temin edilmiş hakları var... Türkiye Kıbrıs’ı Yunan’a bırakamaz. Ada, Türkiye için stratejik önemi olan bir adadır. Yunan’a verilemez. Kıbrıs dahilinde sizin direnişiniz çökerse dahi, Türkiye Yunanistan’ın Kıbrıs’a yerleşmesine göz yumamaz. Meseleyi Atina’da hallederiz... Haydi sen git arkadaşlarına selamımı duyur. Endişe etmesinler’ dedi. Turgut Sunalp Paşa benimle koridora kadar yürüdü. Kıkır kıkır gülüyor, bana takılıyordu. Meğer İnönü sabaha kadar Genelkurmay’da çalışmış, Kıbrıs Türkleri’nin mukavemeti kırıldığı takdirde Türk Alayı’nın savaşa katılması emri verilmiş, çünkü saldıranlar Yunan subaylarının idaresinde Rum ve Yunan askerleri!.. BM Barış Gücü saldırıya uğrayan Türklere yardım edeceği, saldırıları durduracağı yerde, Rum Liderliğine yardımcı bir tavır içerisindedir. Lefkoşa’da binlerce Türk kadını tarafından BM Barış Gücü’nü protesto eden büyük bir miting yapılır.”
Batı basınında yer verilen haberlerde, nükleer yağmurla yıkanan Karadeniz çayında yüksek miktarda radyasyon olduğunu ileri sürülüyordu. İnsanlar, çay içmeye çekinir olmuştu. 6 Aralık 1986’da Cumhurbaşkanı Evren, “Bize radyasyondan madrasyondan bir şey olmaz” dedi. Başbakan Özal, “Azıcık radyasyonlu çay sağlığa faydalı. Korkmadan içilebilir, radyasyonlu çay lezzetli oluyor” diye espri yaptı. Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı merhum Cahit Aral, kameralar önünde çay içti, demlenince çaydaki radyasyon oranının düştüğünü iddia etti.
Aral, daha sonra yapacağı açıklamada, çay içmesini Turgut Özal’ın “İç de millet rahatlasın” diye önerdiğini söyleyecekti.
Aral, “O dönem bunu kimse yazmadı. Gazeteciler geldi, ellerinde radyasyon ölçme cihazı var. Para çıkarıp çay aldırdım. Masanın üzerine torba torba koyduk, aleti getirdim hiçbirinde alarm vermedi. Bir televizyon getirttim. Açtırdım ve ona doğru yürümeye başladım. Cihaz ötmeye başladı. Televizyonun yaydığı radyasyon daha fazlaydı” diyecekti.