08.03.2015 - 02:30 | Son Güncellenme:
SOLMAZ KAMURAN
Kadıköy Maarif ya da şimdiki adıyla Kadıköy Anadolu Lisesi. Okulum... Ait olduğum büyük ailem... Arkadaşlarım, hocalarım... Kiraz ağaçları, hanımellerinin sardığı kamelyalar, deniz kıyısındaki çamlar, asırlık çınarlar ve demir kapıdan ahşap binaya uzanan yolun iki yanındaki menekşeler... Kantincimiz “Kemal”, kapı bekçimiz “Casus”, hemşiremiz “Leyla”, aşçıbaşımız “Satı”, balıkçımız bile vardı... O binalar yıkılsa da, o ağaçlar ve o insanlar artık var olmasa da o “ruh” hâlâ orada... Her yanında hepimizden izler... Bahar dalları açınca, yağmur toprağı baharatlandırınca ve kar pamuk helvası misali yağınca o yaşanmışlık ince bir sisle yayılır zihnin ufkunda. O kapının önünden her geçişte şimşek hızıyla koşar gelir nice an. İnsanın yüreği ısınır, sevgi ve biraz da hüzün kaplar her yanını. Kadıköy Maarif, yuvamız...
Hocam, ablam
İtiraf edeyim evden daha çok orada olmayı severdim. En eski ama en taze kalacak anılarım hep orayla ilgili. Hayat hatırlamak ve hatırlanmak, derim daima. Hatırımdasın ve hep orada kalacaksın Kadıköy Maarif.
Ve sen Dicle, biricik İngilizce hocamız, seni çok seviyorum. Hocam, dostum ve ablam... Ben on altıydım sen yirmi altı. On yaş şimdi bir adım öte bir adım geri kadar yakın, ama o zaman sanki mesafeler daha uzaktı... Eylül sonuydu, gökyüzü kıpırtısız bir mavi atlas; güneş, Kalamış’ın kumlarını, Kurbağalı Dere’nin sularını, Yoğurtçu Parkı’nın ağaçlarını solgun bir altın tozuyla boyamış. Hayat sessiz ve sakin dışarda. Ama sınıf öyle değil, okul yeni başlamış, tam bir curcuna... Yeni İngilizce hocasının dersi. Acaba nasıl biri? Amerikalı hocalardan sonra...
İnce topuklu ayakkabılarının taş koridorlarda yankılanan hoş tıkırtılarını sınıftaki onca gürültüye rağmen duymuştum. Siyah saçları başının arkasında toplanmış, kemerli burunlu, kocaman kara gözlü hafif şehla- solgun tenli, biraz çarpık bu seni alaycı da yapıyordu- hüzünlü gülüşlü bir genç kadındın. Ve ellerinde kedi tırmığı izleri vardı, kimi taze, kimi kabuklanmış... Seni görünce aklıma ilk gelen iki kelime “gurur ve gizem”di. Vuruldum, denir ya işte öyle bir şey olmuştu. Bambaşkaydın...
Evin okulumuzdu
Sonra konuştun, bize kitaplardan söz ettin, birlikte okuyacağımız kitaplardan; Uğultulu Tepeler, Great Gatsby, Gazap Üzümleri... Kelimelerin özenle seçilmişti, kibar ve seçkin fakat abartılmamış bir tevazu soyluluğunda. Sayfaları açtık, her satırda sen bizim zihnimizin yelkenlerini rüzgârlandırdın. Bizi bambaşka limanlara götürdün, açık denizlerde dolaştırdın, seninle demir attık düşüncenin koylarında. Dayatmadın, ille de böyle demedin, sadece merak etmeyi öğrettin. Öğrenmek isteyene... O yıl okul bittiğinde bizlere başka bir okulun kapısını açtın, o okul senin evindi... Yıllarca gittik geldik, okul diplomasından daha değerliydi orada öğrendiklerimiz. Bahariye denilince ben bir tek seni hatırlarım “Hocam”, “dostum”, “ablam” biricik Dicle’m... Sadece seni... Benim için sen serin bir yaz öğleden sonrasıydın ve nefes alınan bir bahçeydi bize açtığın o ev, çiçeklendiğimiz yerdi...
İlk aşkı itiraf
Gri yüzlü apartmanın, ince uzun, loş sokaklarından birindeydi Kadıköy’ün. Arkama rüzgârı alıp neredeyse uçarak gelip çalardım zilini. O loş merdiven, aralanan o kapı ve “yok, çıkartma ayakkabılarını, gir içeri,” diyen o tok ama emredici olmayan sesin. Şimdi nasıl da yine yankılandı kulaklarımda...
Aralık pencerelerin önünde dans eden perdeler, duvarlarda tablolar, raflarda kitaplar, dergiler, sehpalarda kim bilir hangi anların, anıların kalanı biblolar. Bir pikap, plaklar... Carl Orff’u ilk sen çalmıştın bana. Nice güzel müziği, nice güzel kitabı senden duyup öğrendim. Porselen fincanlarda ikram ettiğin çaylar ve kimi zaman da küçücük bir kadehteki likörler... Sana biz hep kendimizi anlattık, sabırla dinledin, yüzünde o hüzünlü çarpık gülüşle.
Sen bizi merak ettin, anlamaya çalıştın, yardım etmek için çabaladın. Biz seni ne kadar merak ettik...
İlk aşkım sana itiraf edildi, ilk hüsranım da... Evlenmeye karar verdiğimde ilk sana söyledim. Her şeyi sana anlattım, beni kınamadan, yargılamadan kabullendin, hepimizi kabullendiğin gibi. Şimdi düşünüyorum da kim bilir ne kadar hoyrattım, ne kadar kabaydım. Sen değildin. Sen usta bir tornacıydın, usta bir nakkaştın, usta bir hattattın, ustaların ustası bir hocaydın. Sabırla hep sundun bizlere sevgini, bilgini. Hiç böbürlenmedin, hiç ezmedin bizi. Çıtan hep yüksekti, yine de kibirlenmedin.
Hocam, dostum, ablam, Dicle’m ne kadar sabırlı ve vericiydin... Bambaşkaydın... Yıllar sonra sordum sana soyadının neden bu kadar “ürkütücü” olduğunu. “Öldürülenoğlu”... Dedenin İstiklal Mahkemesi’nde idam edildiğini, babaannenin de Ermeni tehcirinde öldürüldüğünü söyledin. Böylesine bir acıyı taşıdın sen, hiç şikâyet etmeden. Yazmak istiyorum dedim, ben ölünce yaz, dedin...
Neyi, nasıl yazayım, ne kadar hassas, ne kadar kırılgan olduğunu nasıl yazayım... Yalnızlığını, gururunu, kibarlığını nasıl anlatayım... Neden küsmedin bilmiyorum. Belki de küsmüştün, onu da bilmiyorum. O şehla bakışlı kara gözlerindeki keder...
“Onu kaybettin diye üzülme, tanıdığına sevin” derler ama ben üzülüyorum... Senin o önünde perdelerin dans ettiği loş salonundayım hala ve sesin kulaklarımda..
Her daim özleyeceğim “Hocam”, yaşadıkça... Hayat, hatırlamak ve hatırlanmak...
Hatıramda ben hep on altıyım sen de yirmi altı. Kitabımızı açtık, okuyoruz... Uğultulu Tepeler... Gönülçelen... Pikapta Carmina Burana... Catulli Carmina...
Kedilerin ağlıyor...
* Dicle Öldürülenoğlu son yolculuğuna bugün öğle namazından sonra Kadıköy Şifa Camii’nden uğurlanacak.