05.06.2019 - 07:50 | Son Güncellenme:
Gülden Öktem - İstanbul
İlk kitabınızı yayımlamanız 2016’ya denk geliyor. İlk öykülerinizi ne zaman kaleme aldınız?
Daha önce 80’li yıllarda öyküler yazmıştım, bunların üç dört tanesi dergilerde yayımlanmıştı. Datça’ya yerleştikten sonra yeniden yazmaya 2015’in güzünde başladım. İlk öyküyü de öylesine yerel belediyenin öykü yarışmasına götürmüştüm. Değerlendirildi mi bilmiyorum. Taşrada işler gevşekçe tutulur, bilirsiniz. Sanırım atıldığı rafta unutulmuştur. Ben öyküyü beğenmiştim. Yakın çevrem de destekledi. Ertesi yıl güze kadar 11 öykü oldu. “Şu Yağmur Bir Yağsa” ortaya çıktı.
İlk öykü kitabınız “Şu Yağmur Bir Yağsa”da Ece Ayhan’dan Şeyh Galib’e, Edip Cansever’den Cemal Süreya’ya, Suat Derviş’e dek pek çok isme selam gönderiyordunuz. Bu isimler sizin yazın serüveninizde nasıl bir yerde?
Şiirin şavkı öyküye sızmalı biraz diye düşünüyorum. Şiire ait alanlar vardır ve bunları ancak şairler bilir, bildirir. Ben onların bu muğlak dünyasını sevmişimdir hep. İster istemez öykülerimle de buluşmuştur bu dünyanın bir köşesi. Yazarken bir yandan da bir şeyler okuyor olurum. Örneğin “Yaldızlı şarkılar söyleyen sarı tüylü serin balıkçı” diye yazan Fikret Ürgüp’ün adına rastlayınca bir yerde, ürperirim. “Bir kent ölümün denizine kayar dragomanlarıyla” diye vahlanan Ece Ayhan’ı, “Marilyn Monroe öldü diyorum ona / Ölümü siyah bir kâkül gibi alnına düşürmesini bildi” diyen Cemal Süreya’yı usuma düşürürüm, o yüzden onlardan söz ederim, elimden başkası gelmez.
İlk kitabınızdaki öykülerinizden birinde yazıyla ilgilenen ve yazmak için uzun yıllar bekleyen bir hikâye anlatıyorsunuz. Buradan yola çıkarak sormak isterim: Öykülerinizde otobiyografik öğelere yer veriyor musunuz?
Uzun bir hayatı geride bırakıp yazmaya niyet edince ister istemez geçmiş deneyimler, yaşanmış kimi olaylar öykülerin belkemiğini oluşturmasa bile bir yerlerine yerleşiyor. Ama bunlar otobiyografiden çok gözlemler, izlenimler. Murat Çelik, Öykülem Dergisinde benim için “flanör” benzetmesi yapmıştı ki, bence doğru. Yani benden, kendi yaşamını da gezip tozan, gözleyen, ona bir kahvede, terk edilmiş bir istasyonda, iş bulma kurumunda, berberde merhaba diyen ve o vakit kimi hallerini öyküleştiren biri olarak söz edilebilir.
İkinci kitabınız “Bir Kırık Segâh”taki öykülerin birçoğunda kayıpları mercek altına alıyorsunuz. Dost, aile üyesi ya da sevilen bir objenin kaybı gibi. Bu özellikle üzerinde durduğunuz bir konu muydu?
Kayıplardan ziyade bir biçimde eksilenleri. Acayip çalkantılı bir dünyada yaşıyoruz. Ortadoğu, ülkemiz çalkantının merkezinde. İnsanlar, iletişimin olağanüstü gelişmesi yüzünden birbiriyle entegre oluyor, bu olurken kimi değerler yürürlükten kalkıyor, yargılama yeteneğini, kolunu bacağını, yüreğinde bir teli, bir akşam alacası dinginliğini unutuyor. Durmadan bedel ödüyor, yalnızlaşıyor. Ailede, çalışma dünyasında, toplumda tarih boyunca bulup geliştirdiği örgütlenmeler çözülüyor. Bu kargaşayı kaldırmak zor. Öykülerde okura kayıpları, eksilenleri, azalanları, azınlıkta kalanları meşru bir dille anlatabilmişsem, ne bileyim, belki yükü sırtlanmalarına iyi gelir.
‘İlkeli duruşu olan bir isimdi’
Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandınız. Bu ödül sizin için ne ifade ediyor?
Haldun Taner Öykü Ödülü’nün bana verilmesine çok sevindim doğallıkla. Haldun Taner’le anılmak onur verici. Onunla ilgili pek çok değerlendirme yapıldı. Zengin yazın dünyasına, kültürel derinliğine, insancıllığına, nezaket ve tevazuuna, ilkeli duruşuna dair çok şey yazıldı. “Çevresindeki insan sesleri ve nefeslerinden gelen titreşimleri hissederek yazıyor” demişti Hülya Soyşekerci bir yazısında Haldun Taner için. Aklımda yer etmişti bu özellik. Yitip giden bir tavır!
Yeni kitabınızda yine öykülerle mi devam edeceksiniz, yoksa bundan sonraki süreç roman üzerine mi olacak?
Öykünün yarım kalmışlık hallerini, dolayısıyla özgür hallerini ve çok sesli hallerini seviyorum. Bu yüzden öykü yazmayı sürdüreceğim sanırım.