29.04.2025 - 02:35 | Son Güncellenme:
Ebru Şevli, Mimar- Juhani Pallaasma, “Tenin Gözleri” başlıklı kitabında mimari elemanların yalnızca görsel birimler ya da biçimler olmadıklarını, onların hafıza ile etkileşim kuran yüzleşmeler ve karşılaşmalar olduklarını anlatır. Mekanların hafızamız ile etkileşime girebilecek karşılaşmalar oluşturabilmeleri de duyularımızı ne kadar harekete geçirdikleri ile bağlantılı görünüyor. Mekanın ve mimarlığın formülleri arasında modernizmin renksiz sessizliğinden itibaren kendine itibarlı bir konum bulamayan renk, aslında sandığımızdan uzun zamandır tasarımın ve mekansal deneyimin önemli bir parçasını oluşturuyor. Sanayi Devrimi ile hayatımıza giren seri ve yoğun üretimin gerekli kıldığı standartlaşma, renk gibi yere özgü ve duyusal ögeleri saf dışı bıraktı. Bununla birlikte, modernizmin ve bilimsel düşüncenin gelişmesi, geometri ve optik gibi alanları tasarımın merkezine taşıdı. Le Corbusier ve Theo van Doesburg gibi mimarlar, yeni bir mimarlık arayışı içerisinde temel geometrik formlarla birlikte temel renkleri de tasarımlarına entegre etti. Bauhaus’un deneysel yaklaşımı ve De Stijl gibi avangard sanat hareketleri, renklerin mekansal kurgudaki yerini yeniden tanımladı.
Renk, yalnızca dekoratif bir katman değil; mekanın karakterini, ruhunu, hatta ritmini belirleyen bir unsur olarak kullanılabiliyor. Sadece içerisindeki pigmentler ile değil, gün içinde ve yıl boyunca üzerine yansıyan ışığın da değişmesiyle yarattığı etkiler çeşitlenebiliyor: Sabah ışığında dinginlik hissi veren bir yüzey, akşamüstü dramatik bir derinliğe bürünebiliyor. Işıkla, malzemeyle, bağlamla kurduğu ilişki sayesinde renk, mimarlığın geçici ve değişken doğasına da işaret ediyor. Antik dünyanın boyalı taş cephelerinden modernizmin geometrik renk bloklarına uzanan yolculuğunda renk, mimarlığın duyusal hafızasını taşıyan bir katman olarak varlığını sürdürüyor. Bu dosyada, rengin sadece bir yüzey değil, aynı zamanda bir anlam taşıyıcısı, bir atmosfer kurucusu ve mekansal bir anlatı unsuru olduğu projeleri bir araya getirdik.
Ricardo Bofill tarafından tasarlanan La Muralla Roja, İspanyolca’da “Kırmızı Duvar” anlamına geliyor. İkonik konut projesi, İspanya’nın Calpe kentinde yer alan La Manzanera yerleşkesinde bulunuyor. Binanın dış ve iç cephelerini kaplayan çarpıcı renkler, doğayla güçlü bir zıtlık kurmak ya da onun sadeliğini tamamlamak amacıyla seçilmiş. Bir kale gibi biçimlenen proje, üzerinde bulunduğu kayalık yamaçlardan adeta yükseliyormuş izlenimi veriyor. Yapının organizasyonu, Kuzey Afrika ülkelerine özgü geleneksel mimaride sıkça rastlanan surlarla çevrili kasbah yapısını yeniden yorumlayarak, kamusal ve özel alanlar arasındaki giderek derinleşen ayrımı sorguluyor. Birbirine kenetlenen merdivenler, platformlar ve köprülerden oluşan bu mekansal kurgu, tipik bir kasbahtaki dolaşım sisteminin çağdaş bir yorumu olarak dikkat çekiyor ve La Muralla Roja’yı oluşturan 50 daireye erişim sağlıyor.
Fransa'nın Marsilya kentinde yer alan Unite d’Habitation, ünlü mimar Le Corbusier’nin ilk büyük ölçekli konut projesi olarak öne çıkıyor. 1947 yılında, Avrupa hala savaşın yıkıcı etkilerini hissederken, Fransa’daki bombardımanlar sonucu yerlerinden edilen Marsilya halkı için çok haneli bir konut kompleksi tasarlaması amacıyla Le Corbusier’ye görev verildi. Le Corbusier’nin genellikle kullandığı sade, beyaz cephelerden farklı olarak, Unite d’Habitation, savaş sonrası Avrupa’da en ucuz malzeme olan, güçlendirilmiş beton-brüt (ham dökme beton) ile inşa edilmiş. Her bir konut bir renk paletiyle tasarlanmış; duvarlar ve yapısal öğeler, çevreyle dramatik bir kontrast oluşturarak yaşam alanlarına canlılık ve enerji katmak için sarı, kırmızı ve mavi gibi parlak tonlarda boyanmış. Ayrıca, Le Corbusier, binanın içinde görsel hiyerarşiyi vurgulamak ve mimari öğeleri öne çıkarmak amacıyla renkleri farklı doygunluk ve parlaklık seviyelerinde kullanmış.
1948 yılında inşa edilen modernist Meksika evi, Luis Barragán tarafından tasarlanmış olup uluslararası önemiyle tanınıyor. Mimarın 1988 yılına kadar bizzat yaşadığı bu ev-stüdyo, tasarımında bölgenin yerel mimari prensiplerini barındırıyor ve dikkat çekici renk kullanımıyla öne çıkıyor. Barragán, Meksika’nın en etkili mimarlarından biri olarak kabul ediliyor ve evi, Mexico City’nin en çok ziyaret edilen yapılarından biri olarak anılıyor. Işık ve yansımaların oyunu, altın ve pembe renklere boyanmış duvarlara çarpan sarı ışığın etkisiyle mekanı doldurmaya başlıyor. Barragán farklı alanlara ulaşmak için evinin mimarisine modern bir mekansal akıcılık kazandırmak amacıyla gölgeler, renkler, daralma ve genişleme gibi çeşitli unsurlar kullanıyor. Barragán, kullanıcının içsel bir deneyim yaşamasını sağlamak amacıyla evin çevresindeki duvarları yükseltmeye karar vermiş. Öte yandan, kromatik varyasyonlar, mekanlarda renk ve ışık arasındaki etkileşimlerin keşfini vurgulayan önemli bir iz bırakıyor.
Lina Bo Bardi, São Paulo’daki Terraço do Trianon’daki sanat müzesini kentin daha alçakta kalan bölgelerine uzanan panoramik manzarasını engellemeyecek şekilde tasarlamak zorundaydı. Yerel yasama organı tarafından belirlenen bu kural, Avenida Paulista boyunca uzanan ve şehrin başlıca finansal ve kültürel damarlarından biri olan bu alanın, önemli bir kamusal toplanma noktası olarak korunmasını amaçlıyordu. Bo Bardi binanın bir kısmını terasa gömdü, diğer yarısını ise havaya kaldırdı. Böylece, meydan açık ve engelsiz kaldı. Müzenin taşıyıcı ayaklarını parlak kırmızıya boyayan, kat döşemelerini incelten ve cephedeki dikey elemanları uzatarak onların genişlik algısını görsel olarak hafifleten Bo Bardi, yapının ağırlığını adeta görünmez kılmayı başardı.
Renzo Piano ve Richard Rogers’ın Centre Pompidou’nun tasarımındaki en belirgin yaklaşımı yapının tüm altyapı elemanlarını görünür kılmak olmuş. Binanın iskeleti dış cephede konumlanarak yapıyı adeta dışarıdan kuşatıyor; tüm mekanik ve yapısal sistemleri sergileyerek sadece anlaşılabilir olmalarını sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda iç mekanda kesintisiz bir kullanım alanı yaratmayı da mümkün kılıyor. Yapının dış cephesinde yer alan farklı sistemler, işlevlerini ayırt edebilmek amacıyla farklı renkler taşıyor. Merkezin en ikonik "hareket" öğelerinden biri, batı cephesinde yer alan yürüyen merdiven. Alt kısmı kırmızıya boyanmış bu tüp formundaki merdiven, zikzak çizerek binanın tepesine kadar uzanıyor ve ziyaretçilere Paris’in büyüleyici manzarasını sunuyor.
1920'lerde inşa edildiği dönemde olduğu kadar, vizyoner ve eksantrik bir tasarım olarak Gerrit Rietveld'in Schroder Evi, tasarım sorularına sunduğu yenilikçi çözümlerle hala mimarları ve iç mekan tasarımcılarını etkilemeye devam ediyor. Schroder Evi, birincil renkler ve saf fikirlerle karakterize edilen De Stijl tarzına tamamen uygun olarak tasarlanmış tek bina olarak öne çıkıyor. Bu tür detaylar, Rietveld tarafından titizlikle planlanmış ve tasarımın diğer alanlarında da kendini göstermiş; örneğin, farklı mekanları veya işlevleri ayırt etmek için kullanılan belirli boya renkleri. Evin ana yapısı, donatılı beton levhalar ve çelik profillerden oluşuyor. Duvarlar tuğla ve sıvadan meydana geliyor; pencere çerçeveleri, kapılar ve zeminler ise ahşaptan yapılmış.