Zürih’te bir hafta sonu geçirmeyi hiç düşünmemiştim, zira benim için bu şehir finans, çalışma ve fuar şehri olmuştur hep. Zaten hafta içi bile belirli bir saatten sonra yemek yiyecek bir yer bulamazsınız. Bunun iki istisnası vardır, birincisi tren garı etrafındaki küçük hareketlilik... İkincisi ise Türk dönercilerinin bulunduğu semtlerdir. Hafta sonu hiç de sandığım kadar sakin değilmiş Zürih’in sokakları. Bir canlılık, her yer cıvıl cıvıl, elinde şişe veya kutu içeceklerle dolaşanlardan, kafelerde envai çeşit yiyecek tüketenlere rastlayabilirsiniz.
Popüler lokantalarda da böyle günlerde yer bulmak zormuş. Bu hafta size tarihi, yemekleri ve servisiyle şehrin en ünlü lokantalarından Kronenhalle’yi anlatacağım.
Aslında yemeklerinden çok tarihi enteresan diyebilirim. Misafirleri için bastırdıkları bir minik kitabı alıp, okudukça insan daha da şaşırıp etkileniyor. 1925 yılında Zürih’teki restoranlarıyla tanınan bir çift olan Hulda ve Gottlieb Zumsteg tarafından harap bir durumdayken satın alınan, 1850’lerden kalma Hotel de la Couronne aile tarafında renove edilerek Kronenhalle isimli bir restorana dönüştürülüyor.
Restoranın o dönem misafirleri, hep şehrin veya Avrupa’nın kalburüstü aileleri ve tanınan tüccarları oluyor.
Daha sonra eskiden otele dahil olan ve misafirlerinin atlarını bağladıkları
bir ahır olarak kullanılan bina da mülke dahil ediliyor ve şu anki Brasserie
kısmı olarak faaliyete geçiyor.
Ailenin yeme-içme konusundaki seçkin damak zevki ve becerisi, oğulları Gustav’a da geçiyor, ancak kendisi epey ilginç bir karakter zira lokantayla uğraşmayı çok sevmesi ve iyi bir şef olmasına rağmen gönlündeki iş olan ipek ticaretine yöneliyor ve burdan ciddi bir servet ediniyor.
İmal ettirip sattığı ipekler o kadar popüler oluyor ki, Balenciaga, Yves Saint Laurent, Christian Dior ve Coco Chanel gibi isimler bu ipeklerden almak için sıraya giriyor. Bu esnada tanıştığı sanat galerisi sahibi bir çift, onu resimle ve sanatçıların dünyasıyla tanıştırıyor. Gustav da bu hobiyi ciddi bir sanat koleksiyonerliğine dönüştürüyor.
Zamanın sanat ve moda dünyasının en ünlü isimlerini hem restoranında ağırlıyor hem de onların eserleriyle duvarları süslemeye başlıyor.
Her zevke hitap edecek menü
Marc Chagall, Picasso, Juan Miro, Marino Marini, Willy Guggenheim gibi çok önemli sanatçılar, dostları ve sürekli müşterileri haline geliyor. Ailenin yemeklerindeki ince zevki ve gustosu açtıkları barda da devam ediyor. Kısa zamanda son derece önemli sanatçıların dekorasyona katkılarıyla açılan bu bar, şehrin buluşma noktası oluyor. Ailenin son ferdi 2005 yılında vefat ediyor ve bu lokanta, içindeki eserler anne-oğul adına kurulan bir vakıf tarafından yaşatılıyor.
Şimdi biraz yemeklerden bahsedeyim... Mutfak şefi Peter Scharer, her zevke hitap edecek bir menü sunuyor diyebilirim. Ben önden enginar çorbası denedim ve bayıldım, tavsiye ederim. Arkasından biraz komşu İtalya’ya uzanıp köri soslu karidesli bir ravioli paylaşabilir, ana yemek için mahalli İsviçre mutfağından rendelenmiş patatesten kızartılarak yapılan rösti ya da bir çeşit lokal makarna türü olan spatzli deneyebilir veya Avusturya’ya uzanıp güzel bir şinitzel yiyebilirsiniz. Bundan başka Fransız mutfağını temsilen biber soslu bonfile ya da ünlü bir et yemeği olan chateaubriand da alternatifler arasında.
Tatlı şefinin imza yemeği olan bitter çikolatalı profiterole sanırım kimse hayır diyemez. Masanıza oturduğunuz zaman aranızda Türkçe konuşmanız halinde, yanınıza 26 yıldır Zürih’te yaşayıp, 22 yıldır da bu restoranda şef olan Nuray Mertoğlu yaklaşacak ve düzgün Türkçesiyle özellikle menü seçiminde size ciddi destek verecektir.
Dönüş yolculuğumun en keyifli yanı şüphesiz ki, Zürih Havaalanı’nda ziyaret edip zamanı iyi hesap edemediğim için de epeyce uzun bir zaman geçirdiğim CIP salonu oldu.
TAV’ın yeni açtığı bin metrekarelik muhteşem bir mekan. Türk aşçıbaşı Mehmet Cansever‘in yaptığı yemekleri tadarak ve birbirinden leziz içeceklerle vakit geçirerek zamanın nasıl geçtiğini anlamadım.
Bu arada daha uzun dinlenmeler için sessiz bir bölüm ve duşlu yatak odalarını da gezme imkanım oldu.
Her bölümde bir konsept yaratılmış; dinlenmek, TV seyretmek, yemek yemek, kitap okumak ve sosyalleşmek isteyenler için ayrı tipte koltuklar ve masalar konmuş.
Salonun en dikkat çeken kısmı, açık büfe ve bara ayrılmış. Soğuk büfesinde çeşitli salatalar, peynirler, kanepe ve atıştırmalıklar sizi bekliyor. Sıcak büfesinde iki cins et ve tavuk emense (bir cins sebzeli et yemeği) ve cordonbleu (içi sebze dolu tavuk dolması) ve İtalyan şeflerin yaptığı makarnaları aratmayacak bir spaghetti mevcut. İçecekler büfesi ise oldukça zengin.
Aslında ben TAV’ın Zürih’te böylesine başarılı bir CIP salonu açtığını duyduğumda biraz şaşırmıştım. Zira gençliğimizde misafirperverliğin Avrupa’daki merkezi, dünyanın en iyi otelcilik okullarının olduğu, çok yıldızlı köklü oteller ülkesi olan İsviçre gibi bir yerde böyle bir işe soyunmak cesaret gerektirir. TAV Genel Müdürü Bora İşbulan’la yaptığımız bir sohbette bunu kendisine de ifade etmiştim, bu tabloyu görünce doğrusu mahcup oldum diyebilirim. Daha sonraki birlikteliğimizde daha da derine gidip, dünya çapında 57 CIP salonu işlettiklerini ve bu konuda lider olma yolunda emin adımlarla ilerlediklerini öğrendim. Şanlı bayrağımızın bu kadar çok ülkede, böyle bir konuda dalgalanması, her şeyin üzerinde... Bu tesis Türk turizminin profesyonelliğine de güzel bir örnek... Ellerinize sağlık TAV ekibi...