Geçtiğimiz hafta sonu kızımla düğünü öncesi çok sevdiğimiz, öğrenciliğimin bir kısmının geçtiği Paris’e gittik. Havaalanındaki sakinliği gün ortasında inmemize bağladık. Boş yollardan kuş gibi geçtik ve otelimize yerleştik. Burası Sen Jermen’de 24 odalı büyük bir misafirhaneyi andıran Hotel de Buci. Her şey pırıl pırıl ve düzenli. Otelin şef konsiyerji Sanjay Kaloyaher, misafirlerine adeta aileden biri gibi davranıyor. Ayrılırken bile, ne zaman tekrar gelebiliriz diye düşünüyoruz. Bizi yolcu etmeye gelen otel müdürü Gregoir Berthelor’a rezervasyon durumlarını soruyorum; aldığım cevap vahim: “Aralık ayından beri yüzde 30 - 40 arasında eksi durumdayız.” Zaten bu durumu lokantalarda, barlarda ve sokaklarda çıplak gözle de görmüştük. Eyfel Kulesi önündeki kuyruk bile kısalmış.
Gördüğümüz en kalabalık yer; Frenchie Restoran ve müştemilatı. Burası için iki hafta önceden başlayan uğraşlarımız para etmemişti. Ancak bir akşam, omuz omuza durduğumuz müştemilatta barda ayakta atıştırdık. Fakat her şey müthişti. Bir ara mutfağa göz attım ve aşçıların en yaşlısının en fazla 25 olduğunu gördüm. Masamıza gelen, üzerinde kurutulmuş, kruton halinde dilimlenmiş kırmızı biber ve sızma zeytinyağıyla güveçte sunulan burrata, köy ekmeğinin ortasında özel soslu ıstakoz ve köy peynirlerini tadınca, bu eziyeti çektiğimize değdiğini konuştuk.
Alcazar hiç değişmemiş
Ertesi gün öğle yemeğinde adresimiz nostaljik Alcazar’dı. Misafirlerin yaş ortalaması 75 - 80 arasındaydı. Burada üzerinde greyfurt dilimleri ve taze biberle rezene - kereviz - havuç üçlemesi olan levrek ceviche, ana yemekte yeşil fasulye ve ıspanak eşliğinde ızgara morina balığının yanı sıra çevresinde rendelenmiş yeşil limon olan bir sorbe yedik. Tarihi Alcazar ne bir adım ileri, ne de geri gitmiş. Tıpkı 20 yıl evvelki gibiydi.
Akşam ise yolumuz La Stresa’ya düşüyor. Zira son yıllarda adını o kadar çok duydum ki; 1951’de bir İtalyan aile tarafından kurulan ve isim olarak yaşadıkları kasabanın adı olan Stresa’yı seçen aile, 1984’de burayı Antonio ve Claudio Fiola’ya devretmiş. Halen bu aile tarafından işletiliyor. Restoranın enteresan bir yönü de ofisleri hemen aynı yolda olan Alain Delon ve Jean Paul Belmondo’nun, burayı kantin gibi kullanmalarının ardından, en sevdikleri yemeklerin adlarının menüde tescil edilmesi.
Terör turizmi bitirmiş
Şu anda mutfağı yöneten ikinci nesilden Marco Fiola, okullu bir aşçı. Özellikle değişik siyah ve beyaz truflu tabaklar yapıyor. Biz o akşam, muhteşem bir sosla sıcak enginar haşlama yedik. Bir de Jean paul belmando spagetti denedik. Kırmızı ve karabiber, yeşil ve siyah zeytinli spagetti keşke o denli acı olmasaydı. Son olarak da melanzane parmigiana (kızartılmış ince patlıcan dilimleri, peynir ve domates sosuyla kaplanıyor ve fırında pişiriliyor) masamıza endam etti ki en başarılı tabaktı. Servis şefimizin son tavsiyesi klasik bir tiramisu oldu. Doğrusu her şey çok hoşumuza gitti.
Çıkışta yolumuz bir anda Şanzelize’ye düştü. Saat 22.00 sularında parmakla sayılacak kadar az turist vardı. Tek kalabalık Fouquet önündeydi. Onlar da bir gece sonra yapılacak yılın sinema ödül töreni çadırını kuran işçiler.
Bir zamanlar Paris, dünyanın sayılı turizm merkezlerinden biriydi. Her mevsim canlı ve turistlerle dolu bir cazibe merkeziydi. Terör, bu güzel şehri hakikaten bitirmiş. Paris gibi İstanbul’da terörden nasibini aldı. Yalnız terörden mi daha o kadar bildiğimiz sebep var ki. Hepsi birleşti İstanbul’u Antalya’yı, Bodrum’u da maalesef yalnızlaştırdı. Ne diyelim terörsüz, acısız günlere...