“Hayatta en nefret ettiğin ülke neresi?” diye sorsalar, hiç düşünmeden “İngiltere” derim. Ülkeyle alakalı zerre bir nedenim yok ama sağ olsun hayatımda ne var ne yoksa alıp götürüyor orası
Önce eski sevgilim evleneceğimiz anda canı master yapmak istedi, kalktı gitti, şimdi de kız kardeşim canı ingilizceyi sular seller gibi bilmek istedi gidiyor.
Ama bu sefer ben de kardeşimle gidiyorum. Korkumla yüzleşmeye, ne varmış yahu bu Londra’da nasıl bir lanet varsa bana dokunanın Londra kapıları açılıyor diye merakımdan gidiyorum. Şu an sen bu satırları okurken ben orada soğuktan donuyor olacağım. Bir hafta boyunca burada kalacağım, sonra kardeşimi ellerimle teslim edip ülke sınırları içerisine geri döneceğim. Hatta Boa Lingua ile Londra’da yaşayan birileri varsa bana bir ulaşsa nasıl sevinirim, nasıl mutlu olurum anlatamam.
Lanet olsun!
Bir haftalık gezi için o kadar çok eşya götürüyorum ki bir hafta sonraki yazımı tahmin edebiliyorum “Neden valizlerde kilo sınırlaması var bir sürü eşyamı atmak zorunda kaldım, Lanet olsun!” Valiz hazırlamak kadar iğrenç bir şey yok sanırım, pardon ya var, o valizi taşımak. İnsanları ışınlayamıyorlar. Hadi anladık, bilmem kaç senedir abuk subuk şeyler icat ediyor bilimadamları ama allasen ne olur şu valiz ışınlaması olayını bulsunlar. O zaman hiçbir şey unutmayız hem, ki ben nereye gidersem gideyim muhakkak en önemli şeyleri unutuyorum. Yaz tatiline çıkarken bikini almayı, uçak biletini, kimliğimi, bir defa iç çamaşırlarımı, bir defa da arkadaşımın “Evden çıkarken benim çantamı da al” diye beni tembihlediği çantayı. Yazık kız tatil boyunca tek parça kıyafetle dolandı. O yüzden bunda biraz daha pimpirikli oldum, elime ne geçerse attım valize. O kadar çok kitap koymuşum ki zannedersin askere gidiyorum. Kutu kutu ağrı kesiciler, poşet poşet pedler, bir sürü iç çamaşırı, valizin üçte biri kadar çorap. Uçak düşse, bir sene dağ başında mahsur kalsak bu valiz bana yeter de artar bile, bir ay sonra beni bulduklarında hâlâ giymediğim bir sürü çorap olduğunu fark edeceklerdir muhakkak.
Onu çok özleyeceğim
Yarın sabah yolculuk var, güzel bir macera beni bekliyor bakalım, dua edeyim de kardeşim çok uzun kalmaz orada... O kadar çok benimsemişim ki çünkü, o giderse kolum, bacağım, kanadım yok olacak gibi geliyor. Bir defa bana kimse kahve yapmayacak, “Ne yiyelim?” diye sorduğumda sipariş için arayan kimse olmayacak, bulaşıklardan bahsetmek bile istemiyorum. Sanırım onu çok özleyeceğim, sol kolumu çıkartıp veriyormuşum gibi hissediyorum şu an.
Aa bu arada yazı bitmeden şeyi söyleyeyim, muhakkak ‘Zenne’yi izlemelisiniz. ‘Zenne’yi oynayan karakter gayet çor çocuk sahibi bir abimizmiş ama o nasıl bir oyunculuk, o nasıl kasları oynatmak, o nasıl güzel bir fiziktir öhömm. Bunu böyle söylüyorum ama filmin sonunda Ahmet Yılmaz’ın hayat hikayesine o kadar çok ağladık ki. Bizim olduğumuz sıradan sadece burun çekme sesi geliyordu. Hikayede bana göre çok fazla eksik vardı, çok boşluk vardı ama öyle bir trajedi olunca konunun kaynağı, o boşlukları görmüyorsun, daha doğrusu görmek istemiyorsun. İzlenmesi gereken filmler arasında bence; renkler, danslar, yerli yerine konulmuş küfürler, gerçek hikayeden esinlenmesi bile izlemek için yeterli bir sebep.
Yazının Norma’sı:
Gizlice sevgilinin telefonunu kurcaladığın anda yaşadığın o adrenalin, o yakalanma korkusu, o ‘bir şey bulmalıyımla’ ‘bulmasam keşke’ arasında kalan kuşku, hayatta başka hiçbir şeyde yok.