A.W. Jones’un, 1950 yılında kurduğu fonunun Menkul Kıymet Piyasası’ndaki riskini dengelemek için, fondaki hisse senetleri kadar açık pozisyon yaratıp hisseleri açığa satarak riskini kapatmasından (hedge etmesinden) ilham alınarak, bugünkü “hedge fonlar” terimi türetildi. Ancak artık, çok az sayıdaki hedge fonu piyasaya karşı nötr olan tedbirler almış biçimde çalışıyor. 1997 yılı sonunda, Hedge fonların sayısı 4.500’ü ve yönettikleri aktiflerin değeri 300 milyar doları aşmıştı. Bugün bu rakamlar dörde katlandı. Günümüzdeki global krizi bu fonların yaratacağını kim bilebilirdi?
Finans merkezi olma hayali
1970’lerden başlayarak hem Japon şirketlerinin yabancılar tarafından devralınmasını hem de batmasını engellemek amacıyla Japon şirketleri arasında çapraz hissedarlıklar oluşturuldu. 1990’ların başında piyasadaki tüm büyük Japon şirketlerinin neredeyse % 70’i çapraz hissedarlıklarla yönetiliyordu. Böylece, Japon kapitalistleri kendilerini hem tüm şirketlerin hem de ülkenin sahibi gibi görüyorlardı. Üstelik, bu şirketler değerlerini, defter değeri ile piyasa değerinden hangisi yüksekse o kıstasla belirliyorlardı. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, Japon şirketleri ve bankaları dünyadaki rakiplerine göre çok daha güçlü görünebildiler. Japonlar, Tokyo’nun dünya finansının en önemli iki merkezinden biri olacağına iyiden iyiye inanmışlardı.
Bu hayal 1998 borsa kriziyle birlikte yok oldu. General Motors dahil birçok büyük şirketin Tokyo borsasından çekilmesiyle Tokyo borsasına kayıtlı yabancı şirket sayısı 70’in altına indi. Bu rakam, Londra borsasına kayıtlı yabancı şirketlerin 1/8’i mertebesindeydi. Büyük paralar vererek ABD ve Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada birçok şirket ve gayrimenkul almış olan Japon yatırımcılar da, mallarını yok fiyata satarak geri çekildiler.
Cari açık
ABD’nin dış cari açığı 1981 yılında 4 milyar dolar fazla verirken, yanlış politikalar sonucunda 1985’te 212 milyar dolar açık vermeye başladı. Cari işlemler açığı verilen dönemde Amerikan Merkez Bankası(FED), yüksek faiz oranlarıyla desteklenen sıkı para politikası uyguluyordu. Sıkı para politikası ile daralan likidite ve krediler, ithalatı değil ihracatı engelledi; doları güçlendirdi ve dış ticaret açığını yükseltti.
Aynı bizde olduğu gibi, kredilerin sıkıştırılması, cari açığın düşmesine değil artmasına neden olmuştu. Bunun üzerine Eylül 1985’te Hazine Bakanı James Baker gelişmiş ülkelerin maliye bakanlarını New York’ta toplayarak onlarla doların değerini düşürmek konusunda anlaştı. Plan başarılı oldu.
Bizde, artık kimse beklentileri yönetemiyor. Ekonomi yöneticilerimizin, Baker’in yaptığı gibi diğer ülkelerle bir uzlaşmaya varma olanakları da yok.