Fikir özgürlüğü tartışmasının ilk yaşandığı günlerde, görüşlerini dile getirmesini kısıtlamak isteyen yönetime karşı, Eflatun “Gerçeği bulmanın en iyi yolu, tartışmaktır” demişti.
Matbaanın icadıyla, fikirler çok daha rahat yayılmaya ve tartışılmaya başlandı. Günümüzde ise, hem olan bitenden insanların haberdar edilmesi, hem de fikirlerin başkalarına ulaşması, gazeteler, radyolar ve televizyon yayınları sayesinde sağlanıyor.
İlk ve orta çağların karanlık günlerinde, krallar, “Tanrı’nın gücünü kullandıklarını” söyleyerek, fikirlerin dile getirilmesini engellediler. “Fikir özgürlüğü” ve giderek de “basın özgürlüğü” anlayışı, “totaliter gücün de sorgulanabilmesi” isteğinden hareketle gelişti. Önceleri, bu sorgulama eğilimi, “kral tarafından kullanılan Tanrı gücünün sorgulanamayacağı” görüşüyle; daha sonra da sorgulamanın “orman kanunu yaratacağı” noktasından hareketle engellenmeye başlandı.
Buradan hareketle, “biat medyası” ve “sorgulayıcı medya” arasındaki farkı daha iyi anlayabiliriz. Aslında, birincide, “basın özgürlüğü” yoktur veya çok sınırlanmıştır.
Engelleme kararları...
“Basın özgürlüğü”nü ilk tartışanlardan birisi, John Locke oldu. Locke, daha 1690’da yazdığı bir kitapla, hükümetlerin güçlerini daha seçilmeden önce, anayasalara uygun olarak, “basın özgürlüğü” ile kısıtlamayı kabul etmeleri gerektiğini, söylüyordu.
1789’da özgürlükleri düzenlemeye yönelen Amerikan Anayasası’ndaki değişiklikler uyarınca, daha sonra bir bölümü tartışmaya açılsa da, “Kongre’nin fikir ve basın özgürlüğünü kısıtlayıcı yasa yapma yetkisi” yoktu. Daha sonra, “Devletin Varlığına Açık ve Güncel bir Tehlike (Clear and Present Danger)” olmadıkça, fikir ve basın özgürlüğünün kısıtlanamayacağı biçimindeki görüş yerleşti.
Öte yandan, şiddet ve terörü özendiren, ülkenin iç ve dış güvenliğini azaltan konuşma ve yayınların engellenmesi, tüm dünyada mahkeme kararlarıyla mümkün hale getirilmiş. Örneğin, 1919’da ABD’nin müttefikleri ve kendini korumasına direniş amacıyla dağıtılan broşürler ve bunları yazan Charles Schenck, hapse mahkûm edilmişti.
Savaşı şimdiden kaybetti
Yine, “Yangın var” diye yalan yere bağırarak bir tiyatro salonundaki halkın ezilmesine neden olan bir kişinin davranışı da “fikir ve konuşma özgürlüğü” dışında bir davranış olarak değerlendirildi.
Yani, Başbakanımızın yaptığı gibi, basın yayın organlarının sırf kendisi gibi düşünmüyorlar diye satın alınmamasının istenmesi, hiçbir uygulamaya uymuyor.
Politikacılar, istediklerini yapabilmek için “kamuoyu” oluşturmak zorunda. ABD başkanları Jonhson ve Nixon, Vietnam Savaşı’ndaki konumlarını, “kamuoyu” oluşturamadıkları için yitirdiler. Salt bu nedenle bile, politikacıların, medyayla iyi ilişkiler kurması gerekiyor. Bu noktadan hareketle, Sayın Başbakan’ın daha şimdiden, medyayla yaptığı savaşı kaybettiğini söyleyebiliriz.
Demokratik ülkelerde, medya organları, “gerçeği bildiği halde kasıtlı olarak yalan haber” yapmadıkça ve/veya “kötü niyetle, onur kırıcı karalamalar” yoluna gitmedikçe, mahkemeye bile verilemiyor. “Kötü niyet”in de delillerle ispatlanması gerekiyor. Öte yandan, “kamuya mal olmuş kişiler (public figures)” hakkında, daha sert eleştiriler yapılmasının normal olduğu kabul ediliyor. Bu açıdan bakıldığında da, Sayın Başbakan’ın yersiz hiddete kapıldığı anlaşılıyor.
Sayın Başbakan’ın, daha hoşgörülü, daha eleştiriye açık, daha demokratik, daha birleştirici davranmasını ve medya hakkındaki iddialarının ayağı yere basan şeyler olmasını beklerdik.