Geçtiğimiz 20 yılda Avrupa Birliği’nde iki farklı devletler topluluğu oluştu. Birinci grupta Almanya, Fransa, İngiltere gibi ürettiğinden daha az veya ürettiği kadar tüketen ülkeler var. İkinci grup ise, Yunanistan, Portekiz, İrlanda gibi ürettiğinden çok daha fazlasını tüketen ülkeler. Bugünlerde yaşadığımız gibi, üretmeden tüketen ülkeler düzenin değişmemesini, yani başkalarının haklarını yemeyi sürdürmeyi istiyorlar; bunun için sokaklardalar.
Halklarının eğitim düzeyi yüksek olan Avrupa Birliği(AB) ülkeleri vatandaşları durumun farkında.
Gelinen nokta, eski düzenin devam etmeyecek olduğu. Ancak, kurulacak yeni düzenin ne olacağı belli değil. Yeni oluşturulacak düzenin adı konulmadığı takdirde de, global krizin “ikinci dip”i yapması neredeyse kaçınılmaz.
Avrupa Birliği’nde Almanya’nın hegemonyasının artacağı ve güçlü ülkelerin çalışmadan tüketen ülkelerin maliye politikalarını kontrol etmeye başlayacakları anlaşılıyor. Bütün mesele, alınacak tedbirlerin üretmeden bol bol tüketen ülkelerin vatandaşlarına nasıl anlatılacağı.
Sisli havada ‘Merkez’
Bu karışık global ortamda Merkez Bankamız, örnek sayılacak bir para politikası yürütmeye çalışıyor. “Bağımsızlık” söylemi bir kenara bırakılıp, Hükümet ve Maliye ile işbirliği içinde ortak politika güdülmeye başlanıldı.
Merkez Bankamız bir taraftan ABD’yi, Avrupa Birliği’ni ve global gelişmeleri izlerken; diğer taraftan, doğrudan kontrol etmesi olanağı olmayan yani kendi basıp piyasaya sürdüğü para olmayan dövizin fiyatını dengelemeye çalışıyor.
Her ülkenin kendi içinde bir ekonomik yangını var. Karışılık ve belirsizlik yüzünden yabancı yatırımcının ülkemize gelmemesi, artan döviz fiyatına rağmen ithal malı fiyatlarının ucuzlaması ve hatta, kurun artmasına rağmen ihracatımızın o denli artmaması olasılığı var. Dış ticaretteki esneklikler ve belirsizlikler gittikçe büyüyor.
İşte, bu ortamda Merkez Bankamız dövize müdahale ediyor. İyi de yapıyor.
Böylesi bir global belirsizlik ortamında, ne Merkez Bankası’nın döviz fiyatına tam hâkim olabilmesi, ne de Türk Lirası’nın olması gereken kurunun tam anlamıyla hesaplanabilmesi mümkün değil. Bu durumda, Merkez Bankamızın yapacağı şey, döviz fiyatlarında oluşabilecek aşırı dalgalanmaları yok edip; AB ve ABD’den gelecek önlemler kesin biçimde ortaya çıkana kadar zaman kazanmak. Öyle de yapıyor.
Merkez Bankası’nın piyasaya sattığı dövizin miktarı çok önemli değil. Çünkü, Banka’nın yeterinden fazla döviz rezervi var. Döviz rezervi o kadar yüksek ki, TL/$ kuru 1.50 seviyesinde kalsa bile, 1.5 yıllık cari açığı karşılayabilir. Kaldı ki, küresel belirsizliğin ortadan kalkmasıyla ülkemize çok büyük miktarda döviz gireceği anlaşılıyor.
Merkez Bankası, döviz mevduatının munzam karşılığını azaltmakla ve TL cinsinden tutulan mevduatın karşılığının da dövizle tutulmasına izin vermekle akıllı bir iş yaptı. Bana kalsa, bu tedbirleri daha da genişletir ve munzam karşılıkları daha da düşürürüm.
Hiç karşılaşılmamış kriz
Şimdiye kadar hiç karşılaşılmamış bir krizle karşı karşıyayız. Döviz fiyatının ne olması gerektiği rahat hesaplanamıyor. Merkez Bankamız, dövizin olması gerektiği kuru belirleseydi ve döviz fiyatını sabit tutmayı amaçlasaydı, o fiyat seviyesinden “sonsuz satış yapacağını açıklayarak” piyasa fiyatını belirleyebilirdi. Öte yandan, döviz fiyatı seviyesinin ithalat ve ihracata olan etkisinin esnekliği de belli değil. Demek ki, Merkez Bankamızın amacı dalgalanmaları en aza indirerek istikrarı sağlamak ve sürdürmek.
Türkiye’nin bu güçlü durumdan faydalanarak, ekonomimizi yönetenlerin Türk bankalarına, üreticisine ve ihracatçısına uluslararası ortamda eşit rekabet şartları altında hareket edebileceği ortamı sağlama olanakları var. Bunun için de, munzam karşılıkların çok ciddi biçimde düşürülmesi, faiz oranlarının yükseltilmemesi, kredi arzının daraltılmaması ve hatta, kredi piyasası oluşturulması gerekiyor.