1980’li yılların sonlarında ekonomi literatürü yeni deyimler kazandı. “Turbo swap”, “swaptions”, “credit default swap” gibi yeni sentetik enstrümanlar bu dönemde gündeme geldi. Yatırım çeşitleri gittikçe zor anlaşılır hale gelmişti.
Reagan döneminde, “Amerikan Rüyası” sayılan gayrimenkul kredi (mortgage) sistemi de çökertildi. Mortgage bankalarının, gayrimenkul dışında da yatırım yapmalarına izin verildi. Bu bankalar, halkın mevduatını riskli yerlere yatırdılar. Zarar ettiklerinde de faturayı devlete gönderdiler. Aynı bizim devlet bankalarının yaptıkları gibi.
Şeytan İmparatorluğu
Komplo teorileri yapılıp, Sovyetler Birliği’nin “Şeytan İmparatorluğu” olduğunun söylendiği dönemde, Polonya’da işçi sendikaları grev yapabiliyor, Yugoslav otomobili Yugo ABD’de satılıyordu.
1985’te Sovyetler’de Gorbaçov, açıklık (glasnost) ve ekonomide yeniden yapılandırma (perestroika) programına başladı. Rus ekonomisinin sorunu belliydi. Aynı miktarda kâğıt üretmek için; Ruslar, Finlilerden yedi kat fazla ağaç katlediyorlardı. Ruslar çalışmak yerine, sırada beklemeye alışmışlardı. Sonunda, birkaç yıl içinde Sovyetler Birliği parçalandı.
FED politikaya karışıyor
1990’da Başkan Bush, bütçede kısıtlamalar yapılacağını açıkladı. Devlet hastane ve klinikleri kapatıldı. Ekonomik büyüme gittikçe düşüyordu. İşsizler ve evsizler çığ gibi büyüyünce, bunlardan çekinen zenginler, siteler içinde yaşamaya başladılar.
Başkan Clinton göreve geldiğinde, FED Başkanı Alan Greenspan ve Hazine Bakanı Robert Robin, Wall Street’in her şeyden önemli olduğunu, bu nedenle, faizleri yükseltmeyeceklerini ona anlatmışlardı. Merkez Bankası’ndan (FED) borçlanamayacağını anlayan Clinton, zenginlerin vergilerini yükseltmek zorunda kaldı. Ama seçim yılı olan 1994’te, enflasyon olmamasına rağmen, FED faizleri yükseltti. Sonuçta, o yıl yapılan Kongre ve Senato seçimlerini Cumhuriyetçiler kazandı.
Clinton, FED’den bir kazık yemişti. Ancak, 90’ların sonunda, Greenspan’in faizleri artırmaması, Clinton’ı desteklemeye başladığı biçiminde yorumlandı.
Kazanan hepsini alır
Borsada kazanç furyası CEO maaşlarını tavan yaptırdı. Çeşitli bilanço oyunlarıyla şirketler kârlı gösteriliyor, kâr arttıkça da CEO primleri katlanıyordu. 1970 yılında bir CEO sıradan bir çalışanın 40 katı maaş alırken, 2000 yılında 500 katı almaya başlamıştı. 1988’de 40 milyon dolarla ABD’de en yüksek primini alan Disney’in CEO’su Michael Eisner, 1998’de 575 milyon dolar prim aldı. Bu prim, 10 bin iyi kalitede öğretmen maaşına eşitti. İşin ilginci, şirket sahipleri de durumdan memnundu.
Öte yandan, daha da güçlü şirketler yaratmak için “şirket birleşmeleri” gündeme geldi. Büyük şirketlerin devletlere hakimiyeti önlenemez ölçülere ulaşmaya başladı. Büyük şirketler artık kendi ülkeleriyle yetinmiyorlar, “küreselleşme” istiyorlardı.
Eskiden “Para konuşur, sen dinlersin” diye bir söz vardı. Artık “Para konuşuyor; sen dinlemekle yetinmiyor, ilaveten, sana gösterilen yere oy veriyordun”. Aynen daha sonra ülkemizde de olduğu gibi.
Serüven sürecek.