Ekonomide hiç de karmaşık olmayan bir teori vardır: “Damlama Teorisi”.
Üst gelir grubu yani zenginler daha da zengin olurlar ise, daha düşük fiyatlara daha fazla üretim yaparak çok daha fazla istihdam sağlarlar. Böylece “yukarıdan aşağıya doğru damlama” sayesinde alt gelir grupları da ekonomik büyüme ve refahtan daha çok faydalanırlar.
İçinde yaşadığımız dünyada nedense “aşağıya değil”, “hep yukarıya doğru damlayan” bir ekonomik modelde yaşıyor gibiyiz.
Fakirlik yerinde sayarken, zenginler zenginleştikçe zenginleşiyor.
Anne Manne; “Ben Hakkında Bir Kitap – Yeni Narsisizm Kültürü” adlı kitabında bu teorinin temelinde bizlere pek de nazik olmayan bir metaforun yattığını hatırlatıyor ve şunları yazıyor:
“Ata doyacağı kadar yulaf verildiği takdirde, yola dökülen yulaflar da serçeleri beslemeye yarar. Günümüzde CEO’lar ile finansçıların, yulaf yemekten ne kadar şişeceği çok geçmeden ortaya çıktı bile. Her şeyi kendi çıkarlarına uygun olacak şekilde düzenlemeye başladılar ve böylece kazançlarını artırdıkça artırdılar, iş adamlarına hayal ettiklerinden fazlasını sağladılar ve zenginler daha da zenginleştiler. Bir anda evlerine yılda 40-50 milyon Amerikan doları götürüyorlardı. 100 bin dolarlık ortalama yıllık gelir, onların bir haftalık kazancıydı. Kazançları, abartısız, çalışanlarının 900 katına (hatta 1000) ulaşıyordu. Warren Buffett ve Bill Gates gibi dünyanın iki ultra zenginin sahip olduğu servet bir anda yüz milyonlarca kişinin toplam malvarlığıyla eşdeğerdi.”
Bu durum aslında bize açıkça şunu gösteriyor, gelir artışının büyük çoğunluğunu ultra zenginler kendi aralarında paylaşıyor; geriye kalan milyarlarca insan ise kalanla yetinmek zorunda kalıyor.
Gelsin çılgın partiler
Kitapta bahsi geçen bu tespitler oldukça önemli. Aslında devamı da var:
“Finansal elit mensupların büyük bir çoğunluğu devrimin öncesindeki Fransız asilzadeleri gibi yaşıyordu. Mesela bir dönemin yıldız finansçısı şimdinin dolandırıcısı Bernie Madoff’un karısıyla beraber yıllık gelirleri, yatırımcıları dolandırmak için yarattığı dev saadet zinciri zirvede iken, 13 milyon dolardan fazlaydı. Sahip olduğu bir binanın 17. katı, Madoff’a sözde rekorunu getirecek sahte ticari faaliyetlere ayrılmıştı. İnanılmaz bir kokain tüketimine sahne olan Madoff Enterprises, çalışanları tarafından Kuzey Kutbu olarak isimlendirilmişti. Ofislerde çılgın seks partileri düzenleniyordu; hatta Madoffların aile evinden bir kanepe, çalışanların seks yapmaktan en zevk aldığı yerlerden biri olmuştu. Bu arada sahip oldukları saray yavruları, özel jetler; New York’un ünlü restoranlarında tek bir yemek için ödenen binlerce dolarlık hesaplar doğal sayılıyordu. Bernie, tamamen kendi zevkine göre tasarlanan 2000 dolarlık pantolonlar giyiyordu. Evlerinin her birinde, birbirinin aynı kıyafetlerden ayrı bir set bulunuyordu. Bu gösterişli tüketim manzarası, Aspen ve St. Moritz gibi tatil beldelerine seyahatlerle tamamlanıyordu. Madoff’un davranışları aşırı olmasına aşırıydı ama istisnai değildi. Madoff gibi suçlu ve sosyopat olmayan pek çok CEO’nun bile “yeni rock yıldızları” gibi davranmaya başladığından yakınılyordu. 2008 gibi büyük bir krizde dahi batmakta olan gemiyi düşünmek yerine kendi çıkarlarını ve ceplerini doldurma yolunu seçen üst düzey yönetici sayısı hiç de az değildi.”
New York’ta hayalleri süsleyen bu gösterişli hayatı yaşamanın elbette bir bedeli var.
Orta sınıf ve ‘gösteriş’
Manne; lüks tutkusu ve narsisizmin etkisinin Wall Street’in kurtlarıyla sınırlı kalmadığını anlatarak, çarpıcı bir gerçeğe daha vurgu yapıyor:
“Sermayenin orta sınıftan alınıp finans sektörünün elitleri arasında paylaştırıldığı, yukarıya damlayan ekonomi modellinde aslında aşağıya doğru da gösterişli tüketim alışkanlıkları damlıyor, sıradan insanlar kolay alınan krediler yüzünden kendilerini tuhaf bir dünyanın ortasında buluyorlardı. İşin daha da kötüsü, en sonunda, “toplumun zenginleştikçe iyileşeceği” düşüncesinin büyük bir yanlış olduğu ortaya çıktı. Tam aksine, eldeki kanıtlara bakılırsa bir insan ne kadar zengin ise; kibirli, gösterişçi, daha zalim ve daha az yardımsever olmaya, hatta aldatmaya o kadar meyilli.”
‘Yeni nesil’ ne yapar?
Her şey gayet açık ve net iken peki bu düzen neden bir türlü adil bir hale dönüşmüyor?
İsyanlar, devrimsel hareketler neden gün geliyor hızla unutuluyor; buna karşın yukarıya doğru damlayan sistem hep geçerliliğini koruyor.
1930’ların New York’unda geçen “Nezaket Kuralları” romanında Amor Towles, kaleme aldığı satırlar ile bu konuda bize bir ipucu veriyor: “Bir saatte 50 sent kazanıyorsak zengine imrenir, fakire acırız ve zehrimizin en şiddetlisini ‘bizden bir kuruş eksik ya da bir kuruş fazla kazanana’ saklarız. 10 yılda bir devrim olmamasının sebebi budur işte.”
Görülüyor ki sürekli bozulan gelir eşitsizliğini düzeltmek için vakit artık çok geç.
Bir diğer ifadeyle; gelirin zenginlerden alt gelirlilere damlaması için “büyük bir dönüşüm” hatta “büyük bir mucize” beklemekten başka çare yok.
“Böyle geldi böyle gider” diye düşünülebilir. Ancak “sabırlı olup, damlaya damlaya göl olmasını beklemek”, yeni nesiller için pek de cazip bir seçenek gibi durmuyor olabilir.