Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Özgüven elbette ki iyidir. Fakat böbürlenme meziyet sayılamaz. Tevazu ise en yakışandır. Türkiye’den son dönemde yükselen sesleri bu açıdan kaygı verici buluyoruz. Zira, son dakika gollerine en duyarlı olunması gereken bir sırada, “Hey Amerika, Avrupa! Bak nasıl kazandık” havası estiriyoruz.
Hal böyle olunca birilerinin “boyumuzun ölçüsünü” vermesi de kaçınılmaz oluyor. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in Küresel Girişimcilik Zirvesi’nde Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’a verdiği yanıtta olduğu gibi.
Aslında Babacan’ın küresel ekonomik kriz hakkındaki değerlendirmelerini gerçekçi bulup önemsiyoruz. Ancak, 21’inci yüzyılda ABD ve Avrupa ekonomilerinin değil, Türkiye’nin kazanan güç olacağını belirterek, “Küçük balığı büyük balık değil, hızlı balık yer” demesi, anlaşılan Biden için biraz fazla kaçtı.
ABD Başkan Yardımcısı bu nedenle konuşma metninin dışına çıkarak Babacan’a verdiği iğneli yanıtta, ABD ekonomisinin “kendisinden sonraki en büyük ekonomiden 3.5 kat, sonraki 4 en büyük ekonominin toplamından ise daha büyük olduğunu” hatırlattı.
ABD’nin “bir balık değil balina olduğunu” da vurgulayan Biden, bu ekonomik büyüklüğüne rağmen ülkesinin dünyada olup bitenlere karşı bağışık olmadığını söyledi. Böylece dolaylı yoldan Babacan’a, “böbürlenme, senin başına da gelir” demeye getirdi.
Biden’ın söylediklerindeki gerçeği ekonomi dâhisi olan Babacan da biliyor tabii. Zaten bu yüzden “küresel krize karşı tedbirli olun” uyarılarında bulunup duruyor. Babacan’ın buna rağmen “aşka gelip” Türkiye’yi göklere çıkarması vatanseverlik duygularımızı okşuyor elbette.
Fakat dediğimiz gibi asıl meziyet tevazudur. Övgü ise başkasından geldiğinde değerlidir.
Oysa ister Cumhurbaşkanı Gül’den, ister Başbakan Erdoğan’dan, ister AB Bakanımız Egemen Bağış’tan gelsin, “Batı çöküşte, sefil Avrupa dökülüyor. Sonunda Türkiye’ye muhtaç kalacaklar” anlamına gelen sözler açıkçası pek hoş olmuyor.
Kendilerine sorulsa psikanalistler kuşkusuz bunu “özgüven yansıması” olarak değil “bir ezikliğin yansıması” olarak tanımlayacaklardır. Fakat işi esas garip kılan bu değildir. İşi esas garip kılan Türkiye’nin henüz ekonomik açıdan iddia ettiği yerde olmamasıdır.
Dünyanın ilk yirmi ekonomisi arasında bulunmak ve Batı’yı geride bırakan büyüme hızlarımıza işaret etmek ise bu gerçeği örtmüyor. Bugün Türkiye’de gelir dağılımındaki eşitsizlikten işçi haklarındaki erozyona, fırsat eşitsizliğinden kanımıza işlemiş olan yolsuzluk kültürüne kadar uzanan ve örneklerine her gün rastladığımız sorunlardan geçilmiyor.
Bu arada Türkiye’nin önemli bir bölümünde hâlâ üçüncü dünya koşullarının geçerli olduğu da bariz bir gerçek, ki Van’dan yansıyan görüntüler bile bunu anlamak için yetiyor. Bu ise işin sadece ekonomik yanı.
Kadın hakları, basın özgürlüğü, işkenceye karşı mücadele, sağlık hizmetleri, çocuk ölümleri, trafik adabı ve güvenliği gibi “yaşam kalitesiyle” ilgili tüm konularda da hâlâ BM’nin “geri kalmışlar endeksi”nde yer alıyoruz.
Bu nedenle, daha yapılacak çok iş varken, gerçeklerin ötesinde bir duruma işaret edip “havalara” girmenin, özellikle şu kritik aşamada, Türkiye için sakıncalı olduğunu düşünüyoruz.
Bu arada, ekonomik politikaları istediği kadar sağlam olsun, Türkiye’nin de -kendisinden kat kat büyük ve dayanaklı olan bir ABD ekonomisi gibi- dünyada olup bitenden etkilenmemesi mümkün değil. Fakat burada asıl not edilmesi gereken şudur:
Türkiye hâlâ kalkınma sürecinde olup da ekonomik açıdan bağımlı olan bir ülkedir.
Konjonktürel faktörler yüzünden ekonomik krize girmiş olan Batı’nın aksine, ekonomik ve sosyal açıdan gerekli çağdaş zemini henüz oturtabilmiş değil.
Batı ne kadar zora girerse girsin, sağlam temel yapısı sayesinde eninde sonunda toparlanacaktır. Türkiye ise hâlâ bu açıdan temellerini sağlamlaştırmaya çalışan bir ülkedir.
Krizdeki Yunanistan’da bile şu andaki yaşam standardının Türkiye’dekinden yüksek olduğunu da hatırlamakta yarar var. Onun için biraz tevazu lütfen... Bırakın ne iyi olduğumuzu başkaları söylesin.