ABD başkenti Washington hiç böyle bir görüntü sergilememişti.
Kentin merkezi silahlı 20 bin askerin kontrolünde. Beyaz Saray’dan Kongre’ye kadar bütün kamu binalarının etrafı demir bariyerlerle çevrili. Birçok cadde trafiğe kapalı, yayalar da denetime tabi.
“Washington Post”un deyişiyle, başkent bir “savaş alanı”nı andırıyor.
Yeni Başkan Joe Biden’ın yarın göreve başlaması münasebetiyle düzenlenecek tören öncesinde, başkentin bu hali yürekler acısı.
Bu kadar sıkı güvenlik tedbirlerine rağmen, ABD’deki iktidar değişikliğinin olaylı mı, olaysız mı geçeceğini Amerikalılar gibi bütün dünya merakla bekliyor.
Bu hale nasıl gelindiği ise malum: 6 Ocak’ta ABD’nin çeşitli bölgelerinden gelen birkaç bin militan, Başkanlık seçimlerinin sonucunu protesto etmek için Washington’da toplanıp Kongre binasını bastı. Güvenlikteki zaaf ve yetersizlik sonucu protestocuların bu beklenmedik eyleminin bir “kalkışma” girişimine dönüşmesi, ABD’yi derinden sarstı. Bu büyük siyasi depremin artçı sarsıntıları hâlâ devam ediyor.
Sorumlu kim?
ABD gibi bir ülkede durup dururken böyle bir kalkışma olmaz. Washington’u bu hale düşüren ciddi nedenler var tabii.
Seçimleri kaybetmeyi bir türlü hazmedemeyen ve buna karşı açtığı mücadelede taraftarlarını kışkırtıcı beyanlarla harekete geçiren Başkan Donald Trump’ın bu konudaki sorumluluğu ortada. Yani olayın bir numaralı sorumlusu Trump. Ama o bunu da kabul etmiyor, 6 Ocak’ta şiddet kullanılmasına karşı olduğunu öne sürüyor. Yani Trump kendi destekçilerinin sokağa dökülüp varlıklarını göstermelerini istemiş, ama zorla Kongre’ye girip binayı işgal etmelerini istememiş.
Bu tür davranışlar daha önce başka ülkelerde de kaosa ve katliamlara dahi yol açmıştır. Popülist liderler önce istedikleri mesajı vermek için halkı kışkırtıyor, ama sonra provokasyonlarla iş çığırından çıkıyor.
Halk ne ister?
ABD’yi derinden sarsan 6 Ocak eyleminden çıkan derslerden biri de, siyasi liderlerin popülist söylem ve davranışlarının hiç ummadık sonuçlara yol açtığıdır.
Trump’ın popülist politikalarının ABD’yi patlama noktasına getirdiği konusunda yaygın bir kanaat var. Sosyal bilimciler bunu Trump’ın mizacına ve zihniyetine atfediyor. Siyaset bilimcileri de şu önemli tespiti yapıyorlar: Popülizm, demokratik rejim için büyük bir tehdit oluşturmaktadır.
Popülist akımların demokratik toplumlarda son zamanlarda bir hayli yaygınlaştığı bir ortamda, bu tespitler dikkate alınmaya değer.
Trump’ın popülist söylem ve davranışlarında temel düşünce, kendisinin aldığı her tavrın halkın yararına olduğu, dolayısıyla halkın bunu istediğidir. Bu da onun tipik otoriter, kendinden emin, agresif mizacının bir özelliği...
Trump “Önce Amerika” sloganıyla aşırı milliyetçi, ırkçı, yabancı düşmanı duruşlar sergilemiş, bu arada bol bol hamasi ifadeler kullanıp halkı galeyana getirmiştir.
Sonuç ne?
Trump’ın popülist söylem ve davranışlarıyla, Amerikan toplumunu etkilemesi ve istediği yöne sevk etmesi. İlk bakışta şaşırtıcı gözükebilir. Hele iş bir kalkışma eylemine kadar gidiyorsa.
Evet, nasıl oluyor da Amerikalılar bu tür söylemlerin etkisi altında kalıyor, sokağa dökülerek Kongre’yi basıyor? Saldırganların militan veya fanatik bir azınlıktan ibaret olduğu öne sürülebilir. Ama şu da bir gerçek ki Trump Başkanlık seçimlerinde oldukça yüksek oranda oy aldı. O da buna dayanarak halkın geniş bir kısmının desteğine sahip olduğunu, dolayısıyla “milli irade”yi temsil ettiğini iddia ediyor.
Popülist liderlerin kendilerini haklı göstermek için kullandığı argüman da bu yöndedir. Yakın geçmişte Hitler ve Mussolini gibi diktatörler de iktidara seçimleri kazanarak geldiklerini iddia etmişlerdi. Son yıllarda Avusturya’dan Macaristan ve Polonya’ya kadar bazı Avrupa ülkelerinde popülist liderler sonuçta otoriter kesildiler.
Ne var ki demokrasilerde popülist söylem ve davranışların sonuçta rejim için bir tehdit oluşturduğu açıkça ortaya çıkıyor...