Aralık ayına girdiğimiz bugünden itibaren, Türk dış politikası açısından kritik bir süreç başlıyor.
Beklenen gelişmelerin başında 10-11 Aralık’ta AB’nin Brüksel’deki zirve toplantısı geliyor. Birliğin 27 üye ülkenin liderlerinin gündemindeki maddelerden biri de, Türkiye’ye karşı öne sürülen suçlamalar ve uygulanması istenen yaptırımlarla ilgili.
Son zamanlarda sıkça dillendirilen bu suçlamalar dört konuya odaklanıyor. Bunlardan biri, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yetki alanlarını sınırlandıran yeni uygulaması, diğeri ise Ankara’nın Libya hükümetiyle yaptığı iş birliğiyle ilgili. Eleştiri ve suçlamaların başka bir konusu, Kıbrıs’ta Maraş’ın açılması, nihayet son konu da Türkiye’nin Dağlık Karabağ savaşında Azerbaycan’a destek olması.
Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Fransa, bu konularla ilgili gerekçelerle AB’nin Türkiye’yi yaptırımlarla cezalandırması için girişimlerini bir süredir yürütüyorlar. Bunun Brüksel’deki zirveye nasıl yansıyacağını, yaptırım kararının çıkıp çıkmayacağını şimdiden kestirmek zor.
Ancak önümüzdeki günlerin Türk diplomasisi için çok çetin geçeceği açık.
***
Ankara’nın aleyhinde yoğun bir kampanya yürütenler karşısında Türkiye’nin birtakım dezavantajları olmakla beraber, bazı avantajları da var.
Başlıca dezavantajlar:
1) AB’deki dayanışma: Yunan-Kıbrıs Rum ikilisi, AB üyesi olarak bu platformda söz sahibi ve etkili olabiliyor. AB bazı kararlarda öncelikle kendi içinde dayanışma düşüncesiyle hareket ediyor. Gerçi kararlar için gerekli olan oy birliği her zaman sağlanamıyor; ama çoğu kez, teklifin reddedilmesi yerine, bir orta yol da bulunabiliyor. AB’nin geçenlerde yaptığı toplantıda yaptırımlarla ilgili öneri tam bir destek görmedi, ancak gene de gündemde kaldı.
2) Türkiye karşıtlığı: AB içinde özellikle şu sırada Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Fransa’dan kaynaklanan karşıtlığın başlıca nedeni,“çıkar çatışması” diye özetlenebilir.
Bu durum, bu ülkeleri Türkiye’yi rakip, hatta neredeyse düşman saymalarına yol açıyor. Diğer bazı ülkeler de Erdoğan yönetiminin politikalarından çok rahatsız oldukları için Ankara’ya karşı bir tutum içindeler. Bu bazı hallerde onların saydığımız ülkelerin safında yer almaları için bir sebep oluşturuyor.
3) Ön yargılar: Bu eskiden beri Avrupa’da olan bir durum. Ancak son olaylar, bu olumsuz duyguları daha da öne çıkardı. Özellikle medyada bu imaj sorununun yansımalarını görüyoruz. Bu arada tabii Avrupa’da esen İslamofobi de Türkiye’ye karşı bir tavır almak (örneğin AB yaptırımlarını) söz konusu olunca etkili oluyor.
***
Gelelim Türkiye’nin sahip olduğu avantajlara:
1) Jeostratejik önem: Türkiye özellikle bu coğrafyada olup bitenler karşısında ve de son zamanlarda oynadığı aktif rollerin ışığında göz ardı edilemeyecek bir aktör durumundadır. AB’nin veya diğer bir deyişle Batı’nın da Türkiye’yi karşısına almak ya da onu kaybetmek lüksü yoktur. Bunu AB yetkilileri, hatta karşı cephedeki ülkelerin liderleri de pekâlâ biliyor. Buna rağmen yaptırım isteyenler var tabii. Ama daha gerçekçi ve sağduyulu davranmaktan yana olanlar da var. Almanya (AB dönem başkanı olarak) bu pozisyonda. Ne var ki Akdeniz’de Türk şilebine karşı girişilen o hukuk dışı ve düşmanca operasyon normalleşme umutlarına da gölge düşürdü.
2) Sahadaki fiili durum: Yukarıda saydığımız dört olayda da Türkiye’nin lehinde fiili (de facto) bir durum sergilenmektedir. Türkiye’nin son zamanlarda uyguladığı politikalar, bazı AB ülkelerinin tepkisini çekmiş de olsa, sonuçta “yeni bir gerçek” ortaya koymuştur. Doğu Akdeniz’de, Libya’da, Maraş’ta, Kafkasya’da olduğu gibi... Sahadaki bu realiteyi topyekûn yok sayıp şimdi Türkiye’yi cezalandırmaya kalkışmak, bırakın ilkesel olarak hak hukuk yönünü, politika açısından da AB’nin yapacağı akıllıca bir iş olmasa gerek.
Bu bakımdan, önümüzdeki günler Türkiye için olduğu kadar AB için de kritik ve belirleyici olacaktır.