Türk Silahlı Kuvvet- leri’ne Suriye ve Irak’a sınır ötesi operasyon yapma yetkisini veren tezkerenin Meclis’ten geçmesinden sonra şimdi en çok tartışılan konu, hükümetin hududa yakın Suriye topraklarında bir güvenli bölge kurulması için ne yapacağıdır.
Sığınmacı akını böyle bir bölgenin oluşturulmasını zorunlu kılıyor. Ne var ki bunun uluslararası hukuka uygun şekilde gerçekleştirilmesi kolay değil. Ya BM Güvenlik Konseyi’nin buna yeşil ışık yakması ya da Suriye hükümetinin onayını vermesi şart. Oysa bunun ikisi de birbirinden zor seçenekler.
Ankara’nın güvenli bölge konusunda ısrarlı olmasının esas nedeni, kuşkusuz, Türkiye’yi zora sokan mülteciler meselesidir. Bunun yanı sıra pek dillendirilmeyen nedenler de var. Güvenli bölgeler, Türkiye’nin Kuzey Suriye’de bir varlık göstermesini sağlayacak. Böylece Ankara Kürt oluşumunu ve ayrıca Esad rejimini daha yakından kontrol edebilecek.
***
Hükümet bu projeyi öncelikle ABD ile birlikte gerçekleştirmek istiyor.
Bayramdan hemen sonra Ankara’ya gelmesi beklenen üst düzey bir ABD heyetiyle yapılacak görüşmelerde bu konu masaya yatırılacak, Türk tarafı Amerikalıların desteğini sağlamaya çalışacak.
Açıkçası, şimdiye kadar ABD’nin bu projeye bakışı pek sıcak olmadı. Washington bütün önceliği IŞİD’e karşı açılan savaşa veriyor ve gerek Esad rejiminin gerekse Rusya’nın koalisyonun Suriye üzerindeki operasyonlarına ses çıkarmama politikasını zorlamak istemiyor.
Güvenli bölge (ve hele uçuşa yasak bölge) projesinin gerçekleşmesinin her şeyden önce ABD’nin işbirliğiyle mümkün olabileceği açık. Bu nedenle haftaya ABD heyetiyle yapılacak müzakereler büyük önem taşıyor.
***
Ankara komşu ülkelerinin topraklarında gözü olmadığını vurgulayan bütün resmi açıklamalarında, ayrıca bu ülkelerin iç işlerine de müdahale etmeyi düşünmediğini belirtiyor.
Bu bağlamda örneğin Türkiye’nin Suriye’de bir güvenlik ve de uçuşa yasak bölgenin ilan edilmesini, yayılmacı bir emele bağlamak saçma olur.
Ancak iktidarın Esad rejimine karşı agresif tavrı ve onu devirmeye yönelik aktif çabaları, “komşu ülkenin iç işlerine müdahale” konusunu tartışmaya açıyor.
Hükümet yetkilileri bunu diktaya, baskıya, zulme karşı bir “ilkesel duruş” olarak nitelendiriyorlar, bunun aynı zamanda “ahlaki bir sorumluluk” olduğunu söylüyorlar.
Despotizme, insan hakları ihlallerine ve devlet şiddetine karşı bir tavır ortaya koymak gerçekten etik bir davranıştır. Ancak tek yanlı olarak o ülkenin rejimini devirmeye yönelik zorlamalara başvurmak, iç işlerine müdahale sayılır.
***
İktidar Suriye dışında Mısır gibi başka ülkelerin rejimine karşı beyanları ve davranışlarıyla, “müdahaleci” algısının yer almasına yol açmış bulunuyor.
Bunun yarattığı sonuç ise, son Mısır örneğinde görüldüğü gibi, ilişkilerin kopması, gerginliklerin ortaya çıkmasıdır.
Eğer hükümet aynı “ilkesel duruş” kriterlerini her tarafta aynı şekilde uygularsa herhalde Türkiye’nin, bu bölgede ilişkilerini dostça sürdürebileceği tek bir ülke kalmaz!
“İlkesel duruş” pragmatik bir “reel politik” izlenmesine engel olmamalıdır.