New York Times gazetesinin ünlü yazarı Thomas Friedman, arkadaşımız Pınar Ersoy’a verdiği röportajda, yakında Türkiye’ye gelip Suriye ile ilgili bazı soruların yanıtlarını arayacağını söyledi.
Aslında bu sorular pek çok kimsenin aklını kurcalıyor. Nitekim bir süredir bunlar Türkiye’de de tartışma konusu.
Amerikalı meslektaşımın ortaya koyduğu üç temel soruya verilecek yanıtlar, Türk hükümetinin son zamanlarda izlediği Suriye politikasının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağı düşüncesiyle, bunlar üzerindeki kişisel görüşlerimi sunuyorum.
Acele mi edildi?
Friedman birinci soruyu şu şekilde soruyor: “Türkler acaba geriye baktıklarında, Suriye’ye karşı tavırlarını fazla erken değiştirdiklerini, kendi arabulucu rollerini fazla erken zayıflattıklarını düşünüyor olabilirler mi?”
Önce Türkiye’nin Suriye politikasını ne zaman ve hangi şartlar altında değiştirdiğini hatırlayalım.
Suriye’de halk hareketi Mart 2011’de başladı. Erdoğan hükümeti Beşar Esad’ın isyancılara karşı orantısız güç kullanması karşısında, kendisine dostane bir üslupla tutumunu değiştirmesi ve bir an önce halkın beklentilerini karşılaması tavsiyesinde bulundu.
Şiddetin tırmandığı günlerde, Türk diplomasisi sık sık devreye girdi. Fakat yazın ortasında Esad’ın bu telkinleri dikkate almadığı görüldü. Nihayet 9 Ağustos’ta Dışişleri Bakanı Davutoğlu Şam’a gitti ve Esad ile kesintisiz 6 saat görüştü.
Bakan Ankara’ya döndüğünde umutlu görünüyordu. Hatta Esad’ın en geç 15 gün içerisinde bazı köklü reformları hayata geçireceği söyleniyordu.
Esad’a verilen sürecin sona ermesinden sonra, Hükümet artık umudunu yitirdi, Erdoğan o andan itibaren Şam diktatörünü defterinden sildi. Bunda açıkçası “aldatılmış” olmanın yarattığı öfkenin ve ABD dahil dış dünyanın bel bağladığı “Türkiye’nin dost Suriye üzerindeki nüfuzu”nun bir işe yaramamasının yol açtığı kırgınlığın büyük payı var...
Türkiye o noktada Suriye’ye karşı politikasında 180 derecelik bir dönüş yaptı. Esad’ı karşısına aldı. Onu devirmeyi hedefleyen birtakım adımlar attı (muhalefeti organize etmek gibi).
Ankara bunu yapmayabilirdi. Sadece Esad’a karşı tavrını sürdürebilir ve bu krizde “taraf” olmayabilirdi. O takdirde “sorunun bir parçası” olacağına, “çözümün parçası” olabilirdi.
Kim kimi sıkıştırdı?
Friedman’ın ikinci sorusu şöyle: “ABD Türkiye’ye baskı yapmış ve şimdi pişman olmuş olabilir mi?”
Obama yönetimi, Suriye’ye karşı tutumunu ortaya koyduktan sonra Türkiye’yi, devreye girmesi için sıkıştırıp durdu. O günlerde Ankara Washington’a biraz sabırlı olmasını tavsiye ediyordu.
Nitekim Davutoğlu’nun Şam’a gitmeden önce Erdoğan’ın verdiği mesaj buydu. Tabii Esad’a 9 Ağustos’ta verilen mühlet dolduktan sonra, bu kez Ankara ABD’yi (ve Batı’yı) harekete geçmesi için sıkıştırmaya başladı. Ancak Erdoğan bu konuda derin düş kırıklığına uğradı.
Bu arada ABD’deki seçimler “hareketsizliğin nedeni” olarak gösterildi. Neden sonra ABD’nin bu meseleye fazla bulaşmak ve herhangi bir eylemde ön safta yer almak istemediği anlaşıldı.
Arabulucu mu?
Friedman’ın merak ettiği üçüncü soru da şu: “Suriye sorununu çözmek için hem Esad ile, hem Müslüman Kardeşler’le, hem muhalefetle, hem de Rusya ile konuşabilen bir arabulucuya ihtiyaç var. Türkiye bunu yapabilirdi. Hâlâ yapabilir mi?”
Açıkçası Hükümet Ağustos 2011’den sonra Esad rejimini devirmeyi hedefleyen bir politika izlemeyi tercih etti. Umudu Esad’ın kısa zamanda alaşağı edileceği ve Ankara’nın desteklediği muhalefetin iktidara geleceğiydi.
Bu politika yukarıda belirttiğim gibi Türkiye’yi “taraf” haline getirdi. Bu durum halen de devam ediyor.
Bu şartlar altında Hükümet’in tüm ilgili tarafların kulak vereceği bir arabulucu olma şansı yok...